”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

12 Aralık 2009 Cumartesi

Kelimelerle Vurmak!




”… İnsan, en çok bu sistemde ”yabancılaşıyor”. Bu sistemde yozlaşan ve ”yabancılaşan insan”, diyalogu bir yana iterek, yaşadığı sistemin ”kurbanı” oluyor. Bu bağlamda, insanın yabancılaşmasını ”tekelciliğin kurbanı olmak”, şeklinde tanımlayabilirim. Bunu da Karl Marks’ın ”yabancılaşma” tanımına ”ek tanım” olarak veriyorum…”

Faiz Cebiroğlu

Dikkatinizi çekmiş mi, bilmiyorum. Son yıllarda, Türkiye’de, âdete bir hastalık haline geldi: Kelimelerle vurmak! Her türden insanlar, her meslek türünden insanlar, ”diyalogu” bir yana iterek, birbirlerinin başlarına ”boş ve anlamsız” kelimeler fırlatıyor, birbirlerini ”kelimelerle” vuruyor.

Ne acıdır, birlikte iş yapma bir yana itilmiş; diyalog, bir yana itilmiş; ”tartışma” adı altında, birbirlerine kelimeler fırlatarak ”kim kaybetti” ”kim kazandı” hesabı yapıyor / yapılıyor.

Gerçekte, ortada ne diyalog, ne de gerçek anlamda tartışma vardır. Her birimiz bir taraftan konuşuyor. Her birimiz, ”ben kazandım”, ”o kaybetti” misali bir mantıkla, birbirimize ”kelimeler” fırlatarak ”sosyal” olan bizlerin, ”sosyalleşmemiş” örneklerini sergiliyoruz.

Bu durum, insan gelişimi adına, gerçekten utanç vericidir!

Bu “duraklama”, insan gelişimi adına, gerçekten utanç vericidir!

Bu süreç ve bu sürecin yarattığı ”duraklama”, hiç kuşkusuz tekelciliğin yarattığı bir durumdur.

Daha önceki yazdıklarımı tekrarlamak istemiyorum. Ama özetin özeti şudur: Tekelcilik, insanın sürekli yozlaşması ve insanın giderek ”insancık” haline gelmesi oluyor. İnsan, en çok tekelci sistemde yozlaşıyor. İnsan, en çok bu sistemde ”yabancılaşıyor”. Bu sistemde yozlaşan ve ”yabancılaşan insan”, diyalogu bir yana iterek, yaşadığı sistemin ”kurbanı” oluyor. Bu bağlamda, insanın yabancılaşmasını ”tekelciliğin kurbanı olmak”, şeklinde tanımlayabilirim. Bunu da Karl Marks’ın ”yabancılaşma” tanımına ”ek tanım” olarak veriyorum.

Tekelciliğin kurbanı olan insan, ”kurbandır”; diyalogu ne yapsın?

Amacımız bu tekelci sistemi kaldırmak ve insanı kurtarmaktır.

Tekelciliğin reddi, insanın kurtuluşu ve diyalogun açılması oluyor.

Bu, toptan kurtuluşa giden yolun açılımı demektir.

Bu yolda diyalog vardır. Diyalog, bu anlamda, insanın gelişimi, değişimi ve dönüşümü oluyor.

Diyalog; ”ileri, hep ileri” oluyor.

Diyalog, bu bağlamda şudur:

Bir: Tarihsel olarak devrimci olan biz, insanlar için, ”ileri, hep ileri” şiarıyla ortakça ve akılca çözümler bulmak.

İki: Bu yolda yürüyen diğer yoldaşları ve fikirlerini dikkate almak ve anlamak.

Üç: Ortak dinleti, ortak anlayış ve ortakça çözümler bulmak.

Bu noktalar çoğaltılabilir. Bunu bir başka yazımızda yaparız. Burada şunu vurgulamak istiyorum: İnsan tarihsel olarak devrimcidir. Fakat, tekelcilik devrimci insanı, insan olmaktan çıkardı, ”insancık” haline getirdi. İnsancık insan, bu sistemin kurbanı oldu…

Tekelciliğin kurbanı olan insan, ”kurbandır”; diyalogu ne yapsın?

Diyalogun reddi olan insan, agresif oluyor.

Agresif insan, elindeki son olanağı kullanıyor: kelimeler fırlatıyor; boş ve anlamsız kelimeler fırlatıyor. Fırlattığı kelimelerde belki şunu umuyor:

Bir: Boş ve anlamsız kelimelerle kendini savunmak, kurtarmak!

İki: Boş ve anlamsız kelimelerle kendi ”düşüncesini(!)” savunmak ve kendince çözümler bulmak.

Üç: Son çare olarak, ”ileri, hep ileri” olan devrimci insanın kişiliğine saldırmak.

Dört: Bu agresifle, devrimci insanı yenebileceğini sanacak kadar saf olmak!

Amacımız, tekelci insanda ”kurban” olan bu insanı kurtarmak içindir. Kurtuluş, birlikte olacaktır. Birliktelik, insanın kurtuluşuna giden yolda, diyalog yolunu bulmak ve açmaktan geçiyor.

Diyalog yolu, ortakça fikirler ve ortakça çözümler bulma yoludur.

Toplum olarak buna hazır mıyız, sanmıyorum.

Nedenleri vardır; şudur: Tekelcilik sistemi, bizleri , düşünce ve duygularımızı ”kelimelendirmede” yetersiz bırakmıştır.

Tekelcilik düzeni, hem devrimci fikirlerimizi, hem de duygularımızı ”kelimelendirmenin” önemli bir dil olduğunu unutturmuştur.

Bunlar olmayınca, diyalog olmuyor. Bunlar olmayınca, boş ve anlamsız kelimeler fırlatan agresif insan kalıyor.

Kavgamız, tekelci sistemde “kurban” olan bu insanı kurtarmak içindir.

Kavgamız bu yolun açılmasında anahtar rol oynayacak, “diyalog” metodunu bulmak ve bu yolda, ne devrimci fikirlerin, ne de duyguların “kelimelerin altında” saklanmadığı bir sistem kurmaktır.

Amacımız, birlikte kazanacağımız “ortakça”, aynı anlama gelmek üzere sosyalist bir düzen kurmaktır.

Ortakça sistemin insanı, her yönden devrimcidir. Ortakça düzenin insanı ”boş ve anlamsız” kelimeler fırlatmaz. Ortakça insan, ”ileri, hep ileri” hülyasıyla diyalog insanıdır ve daima devrimcidir.

İşimiz kolay mı, değil.

Devrimcilik, yeni bir doğumdur.

Hiçbir doğum, kolay olmuyor.

Bunun da farkındayız.

1 Kasım 2009 Pazar

Dil Sevgisi…


”Cep telefon”. Bu nereden çıktı? Cebin telefonu nasıl oluyor, bilmiyorum. Görmedim. Duymadım. Bilmiyorum. Tek bildiğim, mobil telefonun Türkçeye ”cep telefonu” olarak tercüme edildiğidir. Peki, dünyada bundan daha uyduruk bir ”isim” ve ”sıfat” olur mu?..Cep: Arapça, “ceyb”. Telefon: Fransızca, “téléphone”. Türk Dil Kurumu, Arapça ve Fransızca’dan sözcükler uydurarak ”mobil telefonu”,Türkçe’ye, ”cep telefonu” olarak çeviriyor, çevirebiliyor!

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotamail.com

Herkes dilini sevmelidir. Herkes dilini oluştuğu gibi sevmelidir. Bunlar doğrudur. Ama dil sevgisi başka, dil abartmacılığı başkadır. Dil uydurmacılığı başka, dil ırkçılığı başkadır. Ne yazık ki, Türkiye’de yıllardır yapılan, dil sevgisi değil, dil abartmacılığı, dil uydurmacılığı ve dil ırkçılığıdır. ”Bir Profesörün Evhamları” başlıklı yazımda ve diğer yazılarımda bunlar üzerinde durdum, duruyorum. Önemlidir. Dillerin ve de beyinlerin ezilmek istendiği bir Türkiye’de bu konular üzerinde durmak çok önemlidir.

Bir düşünün; yüzde 90’nı yabancı sözcüklerden oluşan; Türkiye’deki tüm yer, yöre ve yerleşim adlarının Türkçe olmadığı bir Türkçe ve Türkiye’den bahsediyoruz. Ama tüm bunlara karşılık, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, hiç sıkılmadan, Kürtçe için ”ödünç alınmış bir dil” diyebiliyor!

Türkiye’de bu mentalite, bu ırkçı bakış açısı, hiç kuşkusuz, yıllardır sürdürülen, ”resmi dil – resmi ideoloji”nin bir sonucudur. Bu ideoloji, yanlızca sıradan insanlarımızı değil, aydınlarımızı, YÖK Başkanı gibi profesörlerimizi de hem cahil, hem de ırkçı bir duruma getirmiştir.

Türk Dil Kurumu’na bakın. Türkçeye katkı yapmak bir yana, işi gücü anlamsız kelimeler uydurmak ve başka halkların dilini küçümsemek oluyor. Bu anlamda, Türk Dil Kurumu ve bu kurumda çalışan bu ”dil bilmezler kurulu” yalnız abartmacı ve uydurmacı değil, aynı zamanda Kürtçe ve diğer dillere karşı tam ırkçı bir kurum oluyor. Türk Dil Kurumu yıllardır, ”Güneş – dil” teorisi saçmalığı ile, ”Türkçe, dünyadaki tüm dilleri etkilemiş ve aydınlatmıştır(!)” diyecek kadar uydurmacı bir kurum oluyor.

Örnek mi, çoktur. Bunları başka çalışmalarımızda yapmak mümkün. Yapacağız. Ama hızlıca, Türkçede, Türkçeye, ”uyduruk” ve çok ”anlamsız” sözcüklerden oluşan / yapılan iki örnek vermek istiyorum:

Bir: ”Tespit” sözcüğü. Arapçadır. Tespit etmek. Öz Türkçesi: ”Saptamak” olarak yapılmış. Hem Türk Dil Kurumu, hem de diğer Türkçe dil uzmanları ”saptamak” sözcüğünü öz Türkçe olarak kabûl ediyor ve bizlere sunuyorlar. Peki bundan daha büyük cehalet olur mu? Arapça ”tespit” yine arapça olan ”sabt” tan geliyor; bu anlamda ”saptamak” Arapça’nın arapçası oluyor!

İki: ”Cep telefon”. Bu nereden çıktı? Cebin telefonu nasıl oluyor, bilmiyorum. Görmedim. Duymadım. Bilmiyorum. Tek bildiğim, mobil telefonun Türkçeye ”cep telefonu” olarak tercüme edildiğidir. Peki, dünyada bundan daha uyduruk bir ”isim” ve ”sıfat” olur mu?..Cep: Arapça, “ceyb”. Telefon: Fransızca, “téléphone”. Türk Dil Kurumu, Arapça ve Fransızca’dan sözcükler uydurarak ”mobil telefonu”,Türkçe’ye, ”cep telefonu” olarak çeviriyor, çevirebiliyor!

Oysa ki, ”mobil”, mobildir; bu sıfat Fransızca’dır; ”hareketli” ve ”taşınabilir” demek oluyor. Mobil telefon; taşınabilen telefon demektir. Cepte taşınır. Çantaya konur. Arabada taşınır, başka yerlerde konur, taşınır…

Peki, mobil olan, taşınabilen telefon nasıl oluyor da, Türkçe’de ”cep telefonu” oluyor?..

Bakın, ”mobil telefonlar” İran’da ve tüm Arap ülkelerinde de kullanılıyor. Ama ne zengin Farsça’da, ne de zengin Arapça’da, Türkiye’deki “Türk Dil Kurumu” gibi ”mobil telefonu” cep telefonu” olarak tercüme etmedi. Edemez. Onlar da biliyor; dil ”uydurma” ve ”abartmalardan” oluşan bir fenomen değildir. Olamaz.

Ey ”Türk Dil Kurumu”, dil uzmanı olmak bu mudur?

Evet, buraya kadar bir nokta açıktır, şudur: İlerde, Türkiye’de, yapılacak dönüşümlerde ilk işimiz, böylesi abartmacı, uydurmacı ve ırkçı ”Türk Dil Kurumu” nu ortadan kaldırmak olmalıdır.

Devam ediyorum. Gerçekten ne utanmazlık, yıllardır hem Türk Dil Kurumu, hem de bu kuruma hizmet edenler, hiç sıkılmadan başka dilden gelen sözcükleri ince hilelerle bizlere ”Türkçe” diye sunmuşlar, sunuyorlar. Böylesi ”dil uzmanlığı” rezilliğini elbettte biz devrimci aydınlar olarak deşifre etmeliyiz. Ediyoruz. Bu yolda yalnız değiliz. Kürtçe dili ve edebiyatı üzerine kafa yoran Zana Farqînî vardır. Kürt kimliği üzerine yorulmak bilmez bir kavga veren İsmail Beşikçi vardır. Başkaları vardır.

Bu bağlamda, Türkiye’deki kavgamız, aynı zamanda, ”dil, kimlik ve kültür” kavgası oluyor. Bunu sürdüreceğiz. Sürdürüyoruz.

Devam ediyorum ama daha önceleri yazdıklarımı tekrarlıyorum. Tekrarlıyoruz: her tekrarımızda ve yazılarımızda mutlaka yenilik vardır. Olacaktır. Unutmamak gerekiyor; ırkçı asimilasyoncu bir Türkiye’de doğruları ”tekrarlamak” ve sürekli ”tekrarlamak” artık zorunlu olmuştur. Budur.

Cehalete bir bakın; sözüm ona ,dil uzmanlarımız, farklı kelimelerden ama Türkçe olmayan kelimelerden yaptırdıkları ”uydurmalarla” bazı yerleşim yerlerimizi, illerimizi dahi ”Türkçeleştirmişler!”

Peki dil kurumu ya da uzmanı olmak bu mudur?

Daha önceleri yazdım, tekrarlıyorum. Örnek olsun diye tekrarlıyorum. Ne yazık ki, Türkiye’de farklı kelimelerden yapılan uydurmalarla bazı illerin adları değiştirilerek bizlere Türkçe diye yutturulmaya çalışılmıştır; ancak Türkçe değildir. Örnek olsun, Denizli. Türkiye’de hemen hemen herkes Denizli şehrinin Türkçe olduğunu sanır, ancak Türkçe değildir.

Denizli, 14. yüzyılda ”Domuslu” olarak adlandırılan bir yerdir. Domuslu’nun anlamını bilmeyen dil uzmanlarımız, Domuslu’yu ”Denizli” olarak Türkçeleştirmiştir! Böylece, denizin olmadığı Denizli ve çevresinde, Domuslu, Denizli olarak isimlendirilmiştir. Oysaki, ”Domus”, Latince’de ”Ev” demektir. Denizle ilgisi yoktur.

Keza, Kırıklareli, Kırkkale. Bu şehirler de Türkçe sanılmaktadır; ancak Türkçe değildir. Kirk-lar-eli: ”Kirk”, ”kyriakòn” ”kyros”, Grekçe ve kilise demektir. Tanrıya dua edildiği yer, ev. Tanrı evi oluyor.

Kırık-kale: Kirk yine Grekçe ve kilise demek. ”Kale” Arapça’dan getirilmiş bir sözcüktür.

Bu ve buna benzer onlarca örnek vermek mümkün. Bunları ilerde yapacağım. Ama ben burada şunu söylüyorum: Başka dillerden Türkçeye geçen sözcükler, ince hilelerle, bizlere, sanki Türkçe kökenden gelmişler gibi sunuluyor. İşte bunu kabûl edemeyiz. Etmiyoruz. Tepkim ve tepkimiz bunun içindir.

Tüm bunlar açıkken, ”resmi ideoloji – resmi dil savunucuları” hiç sıkılmadan ”Kürtçe ödünç alınmış bir dil” diyebiliyor. İşte tepkimiz, bunun içindir.

Yalnız bu kadar değil, dahası var; Türkiye’de ‘resmi dil – resmi ideoloji’nin” yarattığı tahribat yalnız bununla sınırlı değildir. Kemalist resmi ideoloji, politika, sanat, edebiyat alanında ve her alanda utanılası tahribat yaptığını görmek mümkün. Basit bir örnek vereyim: Karacaoğlan şiirleri. Halk Ozanı Karacaoğlan 17. yüzyılda yaşamış, Tüm Anadolu’yu dolaşarak şiirlerinde, koşmalarında sevdasını ve kavgasını dile getirmiştir. Yazdığı koşmalarda, şiirlerde güzel Kürt kızlarından da bahsetmiş, tutulduğu güzel Kürt kızlarına olan aşkını ve sevdasını şiirlerinde işlemiştir:

”Birem birem devşirirler odunu
Bilem dedim, bilemedim adını
Elbistan yanaklı Kürtler kadını
Bir kız bana emmi dedi, neyleyim.”

Ama nedense, Türkiye’de yeni baskıları yapılan Karacaoğlan kitaplarında ve bu şiirde yer alan “Kürt” ,“Kürtler” kadını dizesi yok, kaldrılmıştır. ”Kürtler” kadını;

“Erzurum yanaklı “Türkmen” kadını...” olarak değiştirilmiştir!..

Peki bundan daha utanç verici ve ırkçı bir durum olur mu?

Peki böylesi ilkel bir ırkçılık, dünyanın hangi ülkesinde / ülkelerinde bulunur?

Biliniyor, dünyanın bir çok ülkesinde birden fazla dil, anadili ve resmi dili mevcuttur. Tüm bu diller o ülkeler için bir zenginlik olarak kabûl edilmektedir. O ülkelerde hiç kimse Türkiye’de yapılan böylesi dil rkçılığına girmez, tenezül etmez. Zira, çok dillik, onlar için ve herkes için bir zenginlik olarak kabûl edilmektedir. Budur.

Bakın, 5 milyonluk Danimarka’da, Danca diline bir çok Kürtçe sözcük geçmiştir. Örnek olsun, “Newroz”. Newroz, Danca sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: New: Ny(yeni). roz: dag (gün) . Yani “yeni gün”. Newroz: Kürtlerin 21 Mart’ta kutladıkları Yeni Yıl Bayramı. 21 Mart, ilkbahar bayramı olarak ta kutlanmaktadır.”

Acaba “newroz” neden Türk Dil Kurumu’nun hazırlamış olduğu sözlükte yok?

Danimarka’da ve Danca diline geçen ”newroz” Danca dili için bir zenginlik olarak kabûl edilmektedir. Burada hiç kimse “vah dilimiz “ecnebileşiyor, yok oluyor” gibi bir düşünceye sahip değil. Olamaz.

Ama Türkiye’de durum tam tersidir. Türkiye’de “resmi dil, resmi ideolojinin” yaratmış olduğu insani bakış açısı, ne yazık ki, insanlarımızı ırkçı yapmıştır.

İşte bunları yazıyoruz. Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan şahsında Türkiye’de yapılan “ilkel ırkçılığı” göstermeye çalışıyoruz. Bunları yazmak, söylemek aydın olmanın asgari ölçütleri oluyor, diyoruz…

Evet; herkes dilini sevmelidir. Ama herkes dilini oluştuğu gibi sevmelidir.

Herkes dilini sevmelidir, ama dil sevgisi başka, dil abartmacılığı, dil uydurmacılığı ve dil ırkçılığı başkadır!

16 Ekim 2009 Cuma

Bir Profesörün Evhamları




Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, Kürt dili üzerine yapmış olduğu açıklamayı okuyunca, Türkiye’de verilen “profesörlük” unvanı adına utandığımı yazmak zorundayım.İnsan sormadan edemiyor: Bir profesör, daha önceleri, ODTÖ’de sosyoloji dersleri veren bir profesör, bu kadar “evhamı” nasıl yapabiliyor?

Nasıl oluyor da, Ankara Üniversitesi’nden mezun olan, yüksek lisansını ve doktorasını “Chicago Üniversitesi”inde tamamlayan bir profesör; “Kürtçe ödünç bir dildir. Yüzde 60 – 70’şi Farsça, Arapça ve Türkçe’den oluşmuş” deyip, Kürtçe’yi, sözüm ona, küçümseyebiliyor?

Peki, bir profesör bu “evhamları nereden buluyor?

Sömürgeci Türkiye tekeller ülkesinde sorulması ve yanıtlanması gerek sorular bunlardır.

Tesadüf değildir; dil üzerinde hiç bilgisi olmayan bu cahil pröfesör, Türkçe hakkında da bilgisi yok.

Tesadüf değildir; Kürtçe dilini ”küçümseyen” bu cahil profesör, Türkçe’nin ”ecnebi” kelimelerden oluştuğunu da hiç bilmiyor!

Burada, kısaca, insanları Kürtçe dili konusunda yanıltmaya yönelik ”evhamlarda” bulunan bu cahil profesöre, notlar halinde, bir kaç ders vermem gerekiyor.

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, öğren:

Bir: Türkçe’nin yüzde 90’nı “ecnebi” denilen kelimelerden oluşuyor.

İki: Türkçe’de, C, F, H, I, J, L, M, N, P, R, Ş, V, Z harfleriyle başlayan hiç bir Türkçe kelime yoktur!

Üç: Türkiye’de hiç bir yöre veya yerleşme yerinin adı Türkçe değildir. Buna bağlı olarak;

Türkçe’deki hafta günleri, Farsça ve Arapça’dan oluşuyor. Ay adları; Şubat, Mart, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül...Türkçe değildir (Burada sayfalar dolusu örnek vermek mümkün, ama sizin gibilere faydası olmaz, biliyorum).

Dört: Türkçe dili; yüzde 10 kadar Türkçe kelimelerden oluşuyor ve sana göre bir dil oluyor!

Eyy, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan!

Herkes dilini sevmelidir, ama dil sevgisi başka, dil abartmacılığı ve uydurmacılığı başkadır. Bu evhamlar senin gibi profesör ünvanını alan birisi tarafından yapılıyorsa, korkunçtur.

Korkunçtur; zira yüzde 90’nı “ecnebi” kelimelerden oluşan bir Türkçe’yi “yükseklerde” tutup, Kürtçe gibi, dört ülke tarafından sömürgeleştirilen, Kürt insanı ve dilini tarihten silmek isteyen zalim iktidarlara karşı hala varlığını koruması ve buna rağmen, Türkçe’den çok daha zengin olmasını görmemek ve küçümsemek, korkunçtur!

Gerçekten, insan sormadan edemiyor: Sömürgeci tekeller Türkiye’sinde profesörler ne yapar?

Cevabı açıktır: İnsanları yanıltmak içindir!

Ne yazık ki, tekeller Türkiye’sinde Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan gibiler, ”evham” yapmak ve insanları yanıltmak için varlar. Artık bu düzende, sıkılma ve utanma kalmamış. Olmaz. Bu tekeller düzeninde, ne yazık ki, ”cehalet” ile ”cüret”, çoğu zaman, birbirinin yerini alıyor ve ne yazık ki, Yusuf Ziya Özcan gibi cahil profesörler de çıkıyor. Tiksinti veriyor!

Tiksinti veriyor.

Engels’te yıllar öncesinde, sanki,Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlere söylemiş: ”Cehalet, tiksintiricidir!” diyor.

Gerçekten budur.

Not derslerim bitiyor ama sonuçlar var ve açıktır: Bundan böyle, sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, Yusuf Ziya Özcan gibi profesörlerin ”evhamlarına” cevap vermek ve bunlara karşı mücadele etmek, biz, aydınlara düşen en önemli görev oluyor.

Sömürgeden de beter Türkiye tekeller ülkesinde, bundan böyle, ”cehaletle” ”cüreti” birbirine karıştıran, Yusuf Ziya Özcan gibi, profesörlere ”sevecenlikle” bakamayacağımızı artık bilmeleri gerekiyor.

16 Eylül 2009 Çarşamba

DİNAMİKSEL GELİŞİM(*)


Faiz Cebiroğlu

Toplumsal gelişime paralel olarak, çocuğun ileriye yönelik gelişimi üzerine sürekli "yeni fikirler" geliştiriliyor. Butünlüklü gelişimi, ”dinamiksel olarak” algılayan biz eğitimciler, psikolog ve diğer uzmanlar, içinde bulunduğumuz toplum ve çağa uygun, ”insani ve toplumsal bakış” ilişkisi dahilinde, yeni görüşler geliştirmekle yükümlüyüz. Bu zorunludur. Zira gelişimi ileriye yönelik ve niteliksel bir değişim olarak algılayan bizler, bu niteliksel sıçramaya yanıt veren ve yarınlara işaret eden yeni teoriler yaratmakla sorumluyuz. Bu, bir görevdir.

Yeni dönüşümsel bakış, insanlara, aniden ve gökten zembille inen bir bakış değildir. Bu toplumsal bir süreçtir. Bu, dünün bugüne, bugünün de yarına ve yarınlara bağlanmasının birikimi ve sonucu oluyor. Diyalektiktir. Zaten dinamiksel olmasının nedeni de budur. Canlıdır. Yaşamla iç-içedir.

Dinamiksel gelişim, belirli bir yaş gurubu için değil, herkes içindir. Bu canlı gelişimin fokus noktaları, sıfır yaştan başlamak üzere tüm yaş guruplarına verilen öğretilerdir. Bu öğretileri şöyle sıralamak mümkün: deneyimi artırma, kimlik gelişimi, aktif olarak toplumsal yaşamda yer almadır. Böylesi öğretilerde amaç; dilsel, sosyal, bireysel ve duygusal gibi alanlarda çocuğu desteklemek ve ”ileri daha daha ileri” bir aşamaya götürmek içindir.

Bu öğretilerin fokus noktalarını şöyle izah etmek mümkün:

Birincisi, dil: Çocuğun dilsel gelişimi üzerinde çok yazdım. Bu nedenle daha önceki yazdıklarımı tekrarlamak istemiyorum. Ama özetin özetini yapabilirim: Dil, çocuğun kendisini ve kim olduğunu anlamasının temelidir. Dil, çocuğun kimliğini yaratan ve çocuğun kültürünü taşıyan olmazsa olmaz bir değerdir. Dil, kimliktir, çocuğun kimliğidir.

İkincisi, sosyal gelişim: Çocuğun, yaşadığı toplumda aktif olarak yer alabilme istek ve yeteneği ve yaşadığı toplumu anlama durumu. Bu şu demektir:

- Başkalarını dinleme yeteneği
- İçinde yer aldığı gurubun bir üyesi olduğunu öğrenme
- Başkalarını gözönünde bulundurma ve dikkate alma
- Sorumluluk kabûl etme
- Çıkabilecek ihtilafları çözebilme yeteneği.

Üçüncüsü, bireysel gelişim: bireysel gelişim; özgüven, özdeğer, şekillenme ve merak gibi değerleri ihtiva eden bir gelişimdir. Bu noktaları bir başka yazımda ele alıp, açmak istiyorum.

Dördüncüsü, duygusal gelişim: Bunun üzerinde de daha önceleri yazmıştım. Yine özetin özeti şu oluyor:

- Kendi duygularını tanıma ve anlama
- Var olan ”sorunları” çözmek için, kendini harekete geçirme. Motivasyon.
- Başka insanların duygularını kabûl etme, anlama, saygı gösterme ve onlarla ortak olma. Yani, empati.
- Başka insanlarla yapıcı ve geliştirici bir ilişki kurabilme bir yapıya sahip olma.

Dinamiksel gelişimin fokus noktaları kısaca bunlardır. Biz eğitimciler, böylesi noktaları çocuklara vermek için, sürekli uğraş veriyoruz. Bu bir görevdir. Dinamiksel gelişimi, canlı bir süreç olduğunu kabûl eden herkes için, bu, bir görevdir.

Bu gerçeği görmeyenler, ne yazıkki, toplumun bireyleri olarak hep geride kalıyorlar. Geride kalmak, açık ki, duraklamak ve ilerlememek demektir. Bu, dinamiksel gelişime de ters düşmek oluyor.

Toplumsal gelişim, adı üzerinde gelişimdir, dinamiktir. Canlıdır. Yaşam canlıdır. Toplum canlıdır. Yeni teori, bu perspektifle ortaya çıkıyor; bu perspektifle kitlelere ulaşıyor.

Dinamiksel gelişim, ”ileri, daima ileri” olan yaşamın kendisidir.

Yaşam canlıdır. Teori, canlı yaşamı görmek ve pratiğe yol göstermek içindir.

Teorilerimiz, böylesi gelişime hizmet etmek içindir.





(*) Faiz Cebiroğlu: Pedagoji Yazıları(1), Eylemsel Yetke, Alter Yayıncılık /Ankara, Eylül 2007, Sayfa, 23- 25.

7 Ağustos 2009 Cuma

ROMAN VE HİKÂYE ÜZERİNE BİR KAÇ NOT


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Eski Toplumsal Kurtuluş dergisinden arkadaşım Alper Yalman’ın yeni çıkan romanı “Maktul ve Maktule” beraberinde, “roman nedir? nasıl yazılır?” tartışmasını getirmiş bulunmaktadır. Yapılan tartışmalara “katkı” sağlamak ümidiyle, roman ve hikayeyi birbiriyle kıyaslayarak notlarımı yazmak istiyorum. Daha önceleri yazmış olduğum bu notlara, yeni notlar ekliyorum.

Evet, gerçekten roman nedir? Hikâye nedir? Roman ile hikâye arasındaki fark ne? Bu sorulara yanıt vermek, artık bir zorunluluk olmuştur. Edebiyat dünyasında, biliniyor gibi görünen birçok kavram, aslında bilinmiyor oldukları gerçeğidir.

Bazen alfabeden başlamak, güzel. Başlıyorum.

Hikâye; ya da “novella” (İtalyanca) ; Türkçe olarak da, “yeni”, “yenilik”, “yeni çıkmış haber” anlamına geliyor.

Hikâyenin tanımı; az insanlardan oluşan, sınırlı bir zamanda geçen, sınırlı bir çevrede cereyan eden, kısa bir kurgusal edebiyat anlatımıdır.

Hikâyelerin, genellikle, “sürpriz”, ama “mantıksız” bir sonuçları yoktur.

Hikâyelerin konusu, tipik olarak, tekyönlüdür. Kronolojik zaman dilimi, hızlı bir şekilde ilerler ve çok kısadır. Hem kişi sayısı, hem de “çevre”, sınırlıdır.

Roman; “lingua romana”dan ( eski Fransızca) gelme ve “halk dili” anlamına geliyor. Genelde, “destan” türlerine girer. Roman sözcüğünü açıklamaya çalıştığımız zaman aklımıza - hikayeye kıyasla - hep büyük bir literatür eseri gelir. Hikayeye kıyasla roman, cereyan ettiği çevreyi derinlemesine, derin kişi tahlilleri, kişilerin yaşamış oldukları çelişkiler ve bu sürecin yarattığı gelişim ve zaman akla gelir. Bu bağlamda roman, okuyucuyla bir nevi “empatik” durumun yaratılmasına vesile olur.

Değişik romanlar vardır, bazıları; tarihsel romanlar, gelişim romanları, gezi romanları, aşk romanları, gençlik romanları, “anahtar romanlar” vardır. Burada bir parentez açıyor, “anahtar roman” olarak adını verdiğim bu roman çeşidi üzerine bir not düşmek istiyorum: Bu roman türünde yer alan “kişiler”, ”gerçek” kişilerden oluşuyor. Ama isimler romanda genellikle başka bir isim altında kendilerini gösterirler.

Bu temel açıklamalardan sonra roman şu oluyor:

Roman, geniş hacimli, en azından bir, ama genellikle birden fazla kişiyi ihtiva eden, uzun zaman dilimini içeren, bir uzun kurgusal edebiyat metinidir. Birey gelişimi üzerinedir.

Romandaki kişiler, genellikle aynı ve dar bir çevreden değil, değişik çevredendir.

Roman, temel bir merkez, ama birçok eylem varyantını kapsıyor.

Bu tanımlar ışığında:

Bir: Hikâye, nicelik olarak, nispeten, kısadır.

İki: Roman, nicelik olarak, nispeten, uzundur.

Üç: Hikâyede zaman hareketi, genellikle ileriye doğru yol alır.

Dört: Romanda zaman hareketi, ileri, geri ve zaman fırlaması vardır.

Beş: Hikâyede kişi sayısı, nispeten, az.

Altı: Romanda kişi sayısı çok.

Yedi: Hikâyede, yer, çevre, nispeten, az.

Sekiz: Romanda yer ve çevre, nispeten, çoktur.

Evet; roman ve hikâye üzerindeki notlarım, şimdilik bu kadardır. Bu notlarım, roman yazımı ve tahlili konusunda, tüm yazar ve okuyuculara yardımcı olacağını umuyorum.

28 Temmuz 2009 Salı

DİL TOPLUMSAL BİR FENOMENDİR(*)



Faiz Cebiroğlu

”Kürtçe konuşmak veya Kürtlerin Kürtçe olarak, kendilerini ifade etmelerini istemek, nasıl suç olabiliyor? Dünya’da bunun benzeri örneği var mı?

Bakın; Sultan Abdülhamit döneminde bile, bunları talep etmek, istemek, suç değildi. Acaba, şu an Türkiye, Sultan Abdülhamit devrinden daha mı geri bir durumda?..”


Birinci Bölüm:

Dil üzerine yazmak, dil kavramı üzerinde yoğunlaşmak, sanıldığı gibi, basit bir olay değildir. Zira dil, toplumsal bir fenomen olarak, bağrında bir çok‚ görünüş taşır, içerir.

Dil üzerinde araştırma yapan, ‘lingvistik’ dilciler, dil uzmanları; dilin “kullanılabilir/anlaşılabilir” olması için, sürekli araştırma yapıyor; dilin, toplum için, “hangi anlam ve önemi” taşıdığı sorusuna, yanıt bulmaya çalışıyorlar. Dil bilimcileri; resmi ve resmi olmayan diller için, “nasıl bir model” sorusuna, sürekli, kafa yormaktadırlar.

Ne yazık ki, Türkiye’de böylesi çalışmalar, pek iç açıcı değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Olmuştur. “Resmi dil, resmi ideoloji” bakış açısıyla, alınan “siyasi tedbirler”, çok dilli/renkli Anadolu halklarını kaynaştırmaya değil, ayrıştırmaya kadar itmiştir. Bir ülkede ayrı ayrı dillerin varlığı ve bu dillerde, kendini ifade etme serbestliği, Türkiye’nin bölünmesi demek olmadığı, bir türlü anlaşılmamıştır.

Bu alanda, yanlışlık devam ediyor. Toplumun bazı kesimlerini, “tek kanala, tek resmi kanal”a göre, şartlandırılma kampanyaları, sürüyor. Bir de, bu çıkmaz sokak siyasetine hizmet veren, bir kaç “yazar-çizer”, ön plana da çıkartılmış durumda. Onlar da bundan, rant topluyor.
İnsan hakkı olan, “anadilde eğitim” istendiği zaman, cevap hazır: Sevr’i, Sevr Antlaşmasını, bize dayatıyorlar! Böylece toplumda, “sahte bir Sevr fobi” yaratılmış oluyor.

Sevr’in dille, dillerle bir ilgisi olmadığını, azıcık tarih bilgisine sahip olanlar bilir. Sevr; Türkçe dışında, başka dilde eğitim istendiği için değil; emperyalist ülkelerin, yenilmiş Osmanlı İmparatorluğu’na, benimsettikleri bir antlaşmadır! Sevr, budur. Bu, birinci noktadır.

İkincisi şu: “Anadillere göre pasaport verme” önyargısı. Yine Sevr misali, toplum, böylesi bir korkuyla, şartlandırılmak isteniyor; “dillere göre, pasaport, kimlik istenip”, ülke bölünecek! Bugün, Türkiye’de – sağcısından, solcusuna kadar– dilime göre pasaport istiyorum, diyen var mı?
Amaç, gene insanları korkutmak ve bu sahte korkuyla, “insan hakkı olan anadilde eğitim” talep eden kitlelerin, yolunu tıkamaktır.

Bugün dünyada tek devlet altında, “tek pasaportlu” ayrı dil konuşan ayrı milletler olduğunu herkes biliyor. Bunun bilinmesine karşın, dillere göre pasaport-kimlik korkusunu, bilinçli olarak, sürekli gündeme getirenlerin amaçları bellidir: Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu, paradigma değişimini, engellemek içindir!

DÜNYA DİLLERLE DOLU

Bugün dünya’da, yaklaşık olarak, 170 ülkede 7000’den fazla dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Düşünün, Nigeria’da (Nijerya), günlük yaşamda, 400’den fazla dil kullanılıyor!
Fransızca, Fransa dışında 49 ülkede, bazen resmi dil, bazen anadili, bazen de ikinci dil olarak kabul edilmiştir. Kanada’nın ikinci resmi dili, Fransızca’dır. Fransızca, Tunus, Cezayir ve Fas’ta basım, yayın ve uluslararası alanda, bir iletişim dili olarak, kullanılmaktadır.
Dilin resmi olup olmaması, o dili kullanan halkların miktarına göre belirlenmiyor. Bugün sayıları 50 bini geçmeyen, ama dilleri resmi olan, ülkeler mevcuttur.

“Arikapú” vahşi Amazon ormanlarında, Rondóndia’da, konuşulan bir Kızılderili dilidir. Dil, ne yazık ki, bitmek, tükenmek üzere. Şu an, bu dili kullanan, sadece 2 kişi, kalmıştır. Ama dünya diller sıralamasında, Arikapú dili 6800 üncü sırada yerini almaktadır. Zira dil, yazdığım gibi, temel bir insan hakkıdır. Sayı ile nüfus ile ilgisi yoktur. Bulunmuyor.

ÇOK DİLLİK, DEVLETİN PARÇALANMASI DEMEK DEĞİLDİR!

Çok dillik, devletin parçalanması demek değildir. Bugün hem Avrupa’da, hem de Avrupa dışında birçok ülkede, tek devlet yönetimi altında, “tek pasaportlu“, ama ayrı diller konuşan halklar, milletler vardır. Yine bu ülkelerde, çocuklar, daha küçük yaştan, Belediyelere bağlı okullarda kendi dillerinde eğitim almaktadırlar. Parentez içerisinde şunu yazayım: Avrupa’da ve birçok ülkede, eğitim, Türkiye’de olduğu gibi, devletin kontrolü altında değil, Belediyelere bağlıdır. Türkiye bu alanda da, değişime muhtaçtır! Bu da ayrı bir yazının konusu olacak.

Evet, tek devlet yönetimi altında, ayrı diller konuşan ülkeler çoktur, birkaçını vermek istiyorum:
1- Belçika’nın üç resmi dili bulunmaktadır: Nederland (Flamanca), Fransızca ve Almancadır. Çocuklara, Belediyelere bağlı okullarda, her üç dilde, eğitim verilmektedir.

2- İsviçre’nin üç resmi dili vardır. Almanca, Fransızca ve İtalyancadır. Her kanton da (eyalet), örneğin Wallis kanton’unda, çocuklar, Belediyelere bağlı okullarda, Almanca ve Fransızca eğitim almaktadırlar. Bu kanton da, Neuchätel (Neunburg) üniversitesinin bir araştırması şu sonuçları vermiştir: Erken yaşta, iki dil eğitimi alan çocuklar, yalnız iki dil öğrenmekle kalmıyorlar, aynı zamanda, hızlı dil öğrenme yetenekleri de gelişiyor.

3- Finlandiya’nın iki resmi dili vardır: Fince ve İsveççe. İsveçliler, Finlandiya toplumun ancak %6sını oluşturmalarına karşın, dilleri resmi dil olarak kabul edilmiştir!

4- Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık ( İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda). Burada resmi dil diye bir şey yok. Her 4 dilde, İngilizce, Skots, Welsh ve İrlandaca dilleri kullanılıyor. Düşünün, dört millet bir devlet içinde ve tek yönetim altındadır!

5-
Danimarka. Sayıları az olan (yaklaşık olarak 50 bin) ve Danimarka’nın Güneyinde yaşayan, Alman azınlığı, Almanca eğitim almaktadırlar. Ayrıca, radyo, tv, gazete… Her şeyleri vardır. Yine Almanya’da yaşayan Danimarka azınlığı, hem Danca, hem de Almanca eğitim almaktadırlar. Yine Danimarka’ya bağlı Faroe adaları: Bu ada da yaklaşık olarak, 46 bin kişi yaşamasına karşın, Faroe dili resmi dildir. Orada hem Faroe dile ile hem de Danca dili ile eğitim verilmektedir. Ayrıca, “Lagtinget” ismiyle parlamentoları var. Dört yılda bir seçim yapılmakta ve onları, Danimarka’da, temsil eden, iki üyeleri bulunmaktadır.

Peki, bu örnekler, Türkiye için, neden geçerli olmasın? Neden bu ülkelerde, bütünlük bozulmuyor da, Türkiye söz konusu olunca, “aman ha, devlet parçalanır” nidaları atılıyor!

HİÇ BİR ŞEY, YOKTAN VAR OLMAZ!

Hiç bir şey, yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz! Türkiye’de yıllardır, Kürtçe diye bir dilin olmadığı, Kürtlerin yüzüne baka baka, söylenmiştir. Buna göre, Kürt dilini inkâr etmek için, “kart –kurt” efsaneleri dahi oluşturulmuş; bir düşünün!

Peki, bu inkârcılık, Anadolu halklarına, zarardan başka ne vermiştir?

Ne yazık ki, bu “çıkmaz sokak”, bu inkârcı politika, devem ediyor. Daha yeni, DEHAP İl Yöneticisi, Raşit Yardımcı, iki cümle Kürtçe konuştuğu için, 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştır.
Daha dün, Kürtçe eğitim için dilekçe veren öğrencilere, Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi (dikkatinizi çekeğim, AĞIR CEZA), 2 öğrenciye 6’ar yıl 3 ay; 2 öğrenciye ise, 3’er yıl 9 ay hapis cezası vermiştir.

Kürtçe konuşmak veya Kürtlerin Kürtçe olarak, kendilerini ifade etmelerini istemek, nasıl suç olabiliyor? Dünya’da bunun benzeri örneği var mı?

Bakın; Sultan Abdülhamit döneminde bile, bunları talep etmek, istemek, suç değildi. Acaba, şu an, Türkiye, Sultan Abdülhamit devrinden daha mı geri bir durumda?..

Evet, dil, diller bir zenginliktir. Ama soyut olarak, zenginlik demek, hiç bir şey ifade etmiyor. Etmez. Zira dil, “dağbaşında”, insanların “kendi aralarında konuştukları” bir araç değil; toplumsal bir olgu olarak, topyekün bir iletişim aracıdır. Dil, bir sistemdir. Dil, insanın kimliğidir; kim olduğunu anlatır. Dil, insanlarla birlikte var olan ve sürekli gelişen bir iletişim aracıdır. Dil, yalnızca, kenar mahallelerde, varoşlarda, kullanılan bir araç değil; dil, konuşma ve yazma dili yanında, resim, işaret, vücut, müzik, dans gibi dilleri içerir. Dil, toplumsal yaşamın karmaşık ve çok yönlü bir aracıdır. Siyaseti, iktisadi, ideoloji, kültürü ve sanatı içerir. Peki, bunlar yoksa dilin herhangi bir anlamı kalır mı? Bunlar yoksa dil, “DİL” olur mu?

DİL TOPLUMSAL BİR FENOMENDİR

İkinci Bölüm:

Dil ile beynin iç-içe girdiği açıktır. Bu nedenle, pratikte kullanılmayan dil, ne yazık ki, dil olmuyor. Olmaz.

Dil, insanlar içindir. Dilini kullanmayan insan, insan olur mu? Taş’ın dili yok. Taş’tır. İnsan, taş değildir.

İnsan, düşünen bir varlıktır. İnsan, düşünerek gelişti. İnsan oldu. Sosyalleşti. Dil, sosyal bir olgu olarak, beyin ile iç-içe kenetlendi; insanoğlu, yazılı, sözlü ve diğer vücut dillerini kullanarak, insan oldu. Bu yolla gelişti. Gelişerek, değişti. Değiştirdi.

İnsan oldu, ama insan, “insan“ olmaya başladığı zaman, yasaklar da başladı. “Düşünce suçu” ortaya çıktı. Bu yetmemiş olacak ki, insanı insan yapan, dil, diller yasaklandı. Yasaklanmaya çalışıldı. Dil katliamı başladı. Bazılarının dilleri kesildi. Şili’li özgürlük şarkıcısı Viktor Jara’nın dili kesildi!

Tesadüfi değil bunlar. Zira dil, bazı Ebu-cahillerin sandığı gibi, yalnızca, “insanların kendi aralarında konuşmalarının” bir aracı değildir. Bir önceki yazımda, dil, sosyal bir olgu olarak, siyaseti, iktisadi, ideoloji, kültürü ve sanatı içerir, demiştim. Dil, budur.

Anadilleriyle, konuşma, yazma ve bir bütün olarak dillerini kullanma serbestliğinden mahrum olan insanları sürekli düşünmüşümdür. Bu insanların, nasıl bir ruh haleti içinde olduklarını, tahmin edebiliyorum.

Danimarka’da pedagog olarak, kendi anadilim dışında, danca diliyle görevimi yapıyorum. Çalıştığım yerde, Türk, Kürt, Arap, Somali, Tamil… çocuklar da var. Onlarla, ikinci dilleriyle, dancayla, konuşuyorum. İçlerinden bazılarının kendi anadillerini bilmediklerini duyduğum zaman, içim yanmıştır. Bir insanın, örneğin, bir Türkün veya Kürdün, kendi anadillerini öğrenmemeleri acıdır. Bu, beni hep düşündürmüştür. Bu duygumu, çocukların velileriyle görüşürken, bıkmadan, usanmadan dile getiriyorum.

Asimilasyonu önlemeye çalışıyorum. Tekliği değil, dil çoğulculuğunu savunuyorum. Çocuklar, ikinci dil öğrensin, ama önce kendi anadilini, duygu dilini öğrensin, diyorum. Benim kavgam budur. Haksız ve yanlışa her alanda karşı çıkıyorum. Düzeltmek için uğraş veriyorum.

Peki bu bağlamda; Kürtçe, Arapça, Boşnakça, Çerkezce, Lazca, Zazaca… hem sözlü, hem de yazılı olarak, kullanılmadıkları sürece, toplum adına, kültür adına ne işe yarayacaklar? Hiç! Zira dil, daha önceleri yazdığım gibi, insanın kimliğidir. Kimlik, kim olduğunu, kime ait olduğunu anlatır. Dil, kültürün bir aracıdır. Bunlardan yoksun insan beyninin “beyin” olamayacağı açıktır. Anadillerini kaybetmiş insanların, hem kimliklerini, hem de kültürlerini yitirecekleri, tartışma götürmezdir. Bu açıdan da sorun, hem pedagojik, hem de psikolojiktir. Zaten, bu yüzden dil katliamlarına karşı çıkıyoruz. Herkes kendi anadilinde eğitim alma hakkına sahiptir, diyoruz.

Bakın ne acı: 18 Mart 2005’te TRT INT için hazırlanan “Bergüzar” adlı müzik programına çağrılan Laz müzisyen Topaloğlu, Lazca şarkılarını tulum eşliğinde seslendirmek isterken engellenmiştir. Program çekimine başlandığı sırada kurum yetkililerinden gelen “emirle” mevzuat gereği Lazca şarkı söylemeyeceği belirtilmiştir… Topaloğlu: “Mağdurum. Yargıya başvurmayı düşünüyorum.” (BIA Haber Merkezi. 29.06.2005). Diyor.

Peki, bundan daha büyük utanç verici bir durum olur mu? Lazca şarkı, türkü söylemenin engellenmesi, acaba hangi gerekçe ve mantığa dayanmaktadır?
Kansere yenik düşen ve aramızdan erken ayrılan, çok rahmetli, değerli sanatçı, Karadeniz’in sesi, Kazım Koyuncu: “Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük…” sözleri çok anlamlıdır.

Evet, biz eğitimciler, sanatçılar ve toplumun diğer duyarlı insanları olmazsa ne olur? Totaliter rejimlerde olduğu gibi, “tek dil, tek resmi ideoloji” adı altında, insan ve insanın iletişim aracı olan dil katliamlarına başlanır. İşte itirazımız budur. Bunu kabul etmiyoruz. Etmeyeceğiz! Yalnız değiliz. Bu alanda uğraş veren değerli aydınlar da çıkmaktadır. Daha önceleri bana gönderilen, “Lazca – Türkçe” ve “Lazca grameri” kitabı, gelecek için büyük bir girişimdir. Bu çalışmalarından dolayı Sayın İsmail Avcı Bucaklişi’yi kutlarım. Lazuri grameri, gerçekten çok iyi hazırlanmıştır.

Yine araştırmacı yazar Sayın Selma Koçiva, Laz dilinin yaşatılması için, uğraştığını biliyoruz. Zira böylesi çalışmalar yapılmasa, bu güzelim dillerde yok olup gideceklerdir.

Sayın İsmail Avcı Bucaklişi: “Dostlar, şaka değil bu, Lazca gerçekten yok oluyor. Ya, anadilimize sahip çıkacağız ve onu geleceğe hep birlikte taşıyacağız, ya da o, gerçekten yok olup gidecek. Zaten günümüze kadar uygulana gelen asimilasyon politikalarının amacı bu değil miydi?”
Önceki yazılarımda belirtmiştim. Tekrarlamakta yarar var: Yıllardır sürdürülen “resmi dil, resmi ideoloji” nin bir diğer amacı da, Türkçe dışındaki diğer dilleri yok etmek, asimile etmek içindir.

Bitiriyorum.

Dil, anadil bir insan hakkıdır. Anadilini öğrenmeyen insan, kendini de hiç öğrenemez. Anadilini tam olarak öğrenemeyen insan, ikinci ve diğer dilleri de öğrenemez.

Anadili, duyguların dili oluyor. Dil, insanların topyekûn iletişim imkânlarını içerir. Bu iletişim içinde: işaret dili, vücut dili, resim dili, müzik ve dans dili gibi dilleri kapsar. Hem anadilini, hem de diğer dilleri öğrenmek zenginliktir.

Diller toplumsal bir olgu olarak, zenginliktir! Diller, zenginliktir!

------------

(*) Faiz Cebiroğlu: Pedagoji Yazıları(1), Eylemsel Yetke, Alter Yayıncılık /Ankara, Eylül 2007, Sayfa, 87- 96.

26 Haziran 2009 Cuma

Yazmak mı, Aforizmadır!


Faiz Cebiroğlu


Bazen soruyorlar: ”Sürekli yazıyor musun? Nasıl yazıyorsun?..” diye.

Evet yazıyorum; sık sık yazıyorum. Ama yazdığım metnin önceden nasıl sonuçlanacağını, gerçekten, ben de bilmiyorum. Ama sürekli yazıyorum; düşüncelerimi yazıyorum.

Yazarken kullandığım ”teknik” ve ”tarz” yok mu?

Elbette vardır. Şudur: Fikirlerimi ”aforizma” olarak yazıyorum. Zira yazmak, bana göre, aforizmadır.

Şiir mi, aforizmadır.

Politika mı, şiirdir. Aforizmadır.

Yaşam mı, felsefedir. Aforizmadır.

Yazmak mı, aforizmadır.

Aforizma mı, düşüncelerin güçlü bir anlatımla, öz sözlerle / sözün sözleriyle vermek oluyor. Yaşamın siyaseti ve şiiri oluyor.

Aforizma, içsel bir fotoğrafın çekimi oluyor; çekilen fotoğrafın kısa ve özlü sözlerle, çarpıcı ve şaşırtıcı bir şekilde anlatımı oluyor. Örnek mi, not defterimde var:

“Danimarka’da, Nisan ayında, ünlü komponist, Carl Nielsen’in eserlerinden oluşan bir konsere çağrıldım. Komponize edilen eserler, orkestrayla birlikte, mükemmel bir şekilde bizlere iletiliyor… İnsan, ”müziği” unutup, ”kendisi müzik” oluyor…”

”Konser arası mola var… kahve içiliyor… herkes kahve içerken, ben ”müzik” içiyorum…”

Yazmak mı, aforizmadır.

Aforizma mı, sözün sözüdür.

Sözün sözü mü, şiirdir.

Sevdamız ve kavgamız damıtılıyor, şiir oluyor. Şiirdir.

Yazmak mı, yaşamaktır. Yaşamak mı, aforizmadır. Aforizma, “eşitlik, ortaklık ve özgürlük” kavgamızın özlü sözü oluyor.

Yazmak mı, canlı kalmaktır. Canlılık, güçlü anlatımlarda anlam buluyor. Güçlü anlatım, yaşam felsefemizdir...Yaşam felsefemiz, en güçlü bir şekilde, aforizmalarda anlam kazanıyor:Şiir oluyor...öykü oluyor....roman oluyor.... resim / fotoğraf oluyor...

Sürekli mi yazıyorum, evet.

Nasıl mı yazıyorum, aforizmadır.

Aforizma mı, yaşamın imbiğinden süzülen şiirdir!..

-------------
* Tüm öğrenci, öğretmen arkadaşlarıma ve sitenin okuyucularına iyi bir yaz tatili diliyorum.

16 Haziran 2009 Salı

ÇOCUK KÜLTÜRÜ


Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de kültürü tam anlatamamışız. Çocuk kültürünü ise hiç tanımlayamamışız. Bu yazım çocuk kültürü üzerinedir.

Çocuk kültürü, genelde, çocukların merak, hayal gücü (fantasi) gibi yönlerini teşvik eden, dürten, “oyun” ve “yaratım” gibi aktivitelerdir. Bu bağlamda, çocuk kültürü; çocuklar için, çocuklarla birlikte veya çocukların “kendi kendilerine” yarattıkları bir kültürdür.

Bu tanımı açarsak;

Bir: Çocuklar için yaratılan kültür: Bu, yetişkinlerin çocuklar için ürettikleri çocuk edebiyatı, tiyatro, müzik, film, çocuk televizyonu, video, bilgisayar oyunları ve değişik oyuncaklardır.

İki: Çocuklarla birlikte yaratılan kültür ise; çocukların yetişkinlerle birlikte yer aldıkları ve üretil­mesine katkıda bulundukları aktivitelerdir. Bunlar, kısa­ca, oyun, film, bilgisayar, spor, müzik okulları; yazı ve medya gibi atölyelerdir.

Üç: Çocukların kendi kültürü: Bu, dışardan herhangi bir yetişkinin yardımı olmaksızın, çocukların kendi kendilerine yarattıkları kültürdür. Bu kültür, ço­cukların gelişim aşamasında, çok önemli bir yere sahiptir. Buna, çocukların, “oyun kültürü” deniyor. Bunun içine; değişik ifade tarzları ve anlatım çeşidi giriyor: çocukların yarattıkları oyunlar, anlatım, şarkı, ritim, nükteler, yazım, video, bilgisayar gibi aktivitelerdir.

Bu üçüncü şık üzerinde, yani, çocukların kendi kendilerine yarattıkları kültür üzerinde, önemle durmak gerekiyor. Zira çocukların kendi kendilerine yarattıkları kültür, dinamik bir kültürdür. Bu, yaşayan, kuşaktan kuşağa ve yeni çocuklara aktarılan bir kültürdür. Mekanik değildir, dinamiktir. Değişkendir, ama soru işareti ve derslerle dolu bir kültürdür.

Çocukların kendi kültürü; çocukların kendi hayal güçleriyle, hiç bir yetişkinin yardımı olmaksızın, kendi kendilerine yarattıkları, aktivitelerdir.

Çocuk kültürü; yalnızca dışarıdan, yetişkinlerin, çocuklara sundukları kültür, değildir. Bunu, kabul etmemek gerekiyor. Çocuk kültürü, bunun ötesinde, hem çocuklarla, hem de çocukların, kendi hayal güçlerini kullanarak, kendi kendilerine yarattıkları bir oyun kültürüdür. Buna destek olmak ve bunun olanaklarını yaratmak, biz, yetişkinlere düşmektedir.

Biz eğitimciler, çocuklara, kendi anlatım ve ifade tarzlarını, kısacası, kendi kültürlerini yaratmalarında, öncü olmalı ve onlara bu imkânları sağlamalıyız.

Çocuk kültürü, oyun kültürüdür. Oyun kültürü, hem bugünün, hem de, geleceğin değerleridir; başarı ve kazanımlarıdır.

14 Mayıs 2009 Perşembe

DİLSEL KOMÜNİKASYON ÜZERİNE NOT


Faiz Cebiroğlu

Dilsel komünikasyon başlıklı bu notum, daha önceleri, dil üzerine yazmış olduğum yazıların devamı niteliğindedir. Bu notumda da çocuğun dilsel gelişimi; çocuğun komünikasyon ve konuşma yeteneği üzerinde, kısaca da olsa, düşüncelerimi sürdürmek istiyorum.

Soru şu: Çocuğun dilsel komünikasyon gelişiminden neyi anlıyoruz?

Yanıtım basittir ve açıktır: Dilsel gelişim, çocuğun anadili, dilin ses-ilişkisi, kelime hazinesi ve gramatiğidir. Dilsel gelişim budur. Kısaca budur.

Çocuklar, konuşma dillerinden çok önce, komünikasyona girerler. Yaklaşık olarak, ilk 2 yılın iletişim dili, vücut dili oluyor: vücut ve baş- hareketleri, göz kontağı, tebessüm v.s… Buna “dilsel bağlantı” devresi demek de mümkün. Bu “dilsel bağlantı” devresine, zamanla, konuşma sesleri: sesli / dilsel ifadeler ekleniyor: vücut dili, konuşma diliyle bütünleşiyor. Böylece dil, bütün yönleriyle gelişme aşamasına varıyor. Bu aşamanın da yönleri vardır. Bunlar kısaca şudur:

Bir: Dilin anlamı: Elde edilen izlenim, bilgi, fikir ve düşünceler.

İkincisi: Kendini ifade edebilme: yani; dili kullanma, kendini ifade etme. Kısacası, kavram, idrak, bilme ve tabir caiz ise, ”yargılama” yeteneği,.

Devam ediyorum. Ama devam etmeden önce bir parentez açıyorum.

Dilsel komünikasyon üzerine ileri sürdüğüm bu kısaca tezler, Türkiye’de, resmi dil Türkçe dışında, ikinci bir dil öğrenmek isteyen tüm çocuklar için de geçerli oluyor… Parentezi kapatmadan, önce, parentez içerisinde bir yeni parentez açıyorum: Resmi dil ile ikidilliliği birbirine karıştırmamak gerek. Bunu bir başka yazımda ele almak istiyorum. Şimdilik şunları söyleyebilirim: Bir ülkede, birden fazla resmi dil olabilir. Örnek olsun, Belçika’nın üç resmidili bulunmaktadır. Kezâ, İsviçre’nin üç, Finlandiya’nın iki resmidili vardır. Bu örnekler, Türkiye için de geçerlidir!

Parentezi kapatıyor ve devam ediyorum.

Dilsel komünikasyondan anladığım kısaca budur. Dil üzerine yazarken, belki dikkatinizi çekmiş, dilin, pedagojik, sosyal, psikolojik ve ülkelerin uluslaşma aşamalarına göre, dilin “resmi/gayri resmi” statüsü üzerinde duruyorum.

Bu bağlamda, dilsel komünikasyonun pedagojik yönünü ele alırsam, kısaca şu özelliklere dikkat çekilebilir:

Bir: Çocukların “konuşma” ve “görüşme” yetenekleri yükseltilmelidir.

İki: Çocukların konuşma ve görüşme yeteneği doğuştan başlar.

Üç: Pedagogla–çocuk; eğitim (mesleki) olarak eşit değiller ama her ikiside aynı değerde ve birbirlerini “tamamlayıcıdırlar.” Burada gelişim karşılıklıdır, böyledir.

Katılımcı, aktif yığın demokrasilerde, pedagojik olarak, çocuklara sürülen “dilsel komünikasyon şartları” kısaca, bunlardır. Bu şartlara, “gelişim şartları” demek de mümkün. Zaten dilsel komünikasyonun ana hedefi de budur; bu oluyor.

Amacımız; çocuğun gelişim aşamasına paralel olarak dilsel komünikasyonu en üst aşamaya yükseltmektir. Zira, dilsel komünikasyonun, birlikte yapmanın ve geleceği kurmanın da aracı oluyor. Unutulmamalıdır.

3 Mayıs 2009 Pazar

Tekelci Aşamada Aşkı Tanımlamak - 1 -


Faiz Cebiroğlu
Aşk üzerine yazmak, aşkı tanımlamak o kadar kolay değil. Hele hele yaşadığımız dünya tekeller dünyası ise bu hiç de kolay değildir. Kolay değildir, zira tekelcilik ”birliktelik”, birlikte yaşamak duygusunun reddi oluyor. Tekelcilik, aşk ve sevgi duygusunun reddi oluyor. Açıktır, aşk, sevgi ve birliktelik değerlerinin yok edildiği bir aşamada büyük aşklar yaşamak ve beklemek pek gerçekçilik olmuyor. Böylesi bir aşamada aşkı tanımlamak ve aşk üzerine yazmak da pek kolay olmuyor… Ama denemekte yarar var. Önce bir giriş:

Şiirlerimize bakıyoruz; büyük bir bölümü aşkla ilgilidir. Şarkılarımıza, türkülerimize bakıyoruz; yine büyük bir bölümü aşkla ilgilidir. Keza, yüzlerce kitap, roman, hikaye; onlarca opera... hepsi aşkla ilgilidir. Ama ne ilginç, bu böyle olmasına rağmen, aşk, psikoloji branşında, psikoloji mesleğinde, ele alınıp incelenen bir konu, hiç olmamıştır. Ferud’un sevgi üzerine söylediği bir kaç cümle dışında, aşk, ayrı bir branş olarak, psikoloji mesleğinde yer almamıştır. Aşk, genellikle sanatçıların, imtiyazlı, ayrıcalıklı konusu olmuş: onların tasvir ve anlatımlarıyla yaşamıştır.

Bu girişten sonra, soru şu: Aşk nedir? Aşk, bana göre, iki insanın birbirine karşı duyduğu büyük bir tutku ve bu tutku sonucuyla da, iki insanın birbirini fethetmesi oluyor. Aşk, önce sevgiyle başlıyor, daha sonra seksüel çekim; ve bunun sonucunda oluşan, birliktelik, birlikte yaşam / aile yapılanması. Böylesi birliktelilerden doğan çocuklara da “aşkın meyveleri” olarak adlandırılıyor.

Aşk, sevilen insana duyulan derin ve güçlü bir duygudur. Duygu, duygular - iyi ya da kötü – içte hissetmek demektir. Duygular, yaşanan aşk sürecine gösterilen ruhsal tepki, tepkiler oluyor. Aşk bu süreçte derin ve güvenlikli bir duygu çerçevesini oluşturuyor.

Bizler insan olarak sevmeye ve sevilmeye ihtiyacımız vardır; herkesin aşka ihtiyacı vardır. Tarihte yaşanan “Büyük Aşklar” vardır. Efsaneleşen büyük aşklar da vardır. Romeo ve Julie gibi, birbirleri için, ölümü bile gözönüne alacak kadar kuvvetli olan, aşklar da vardır.

Aşk, önce sevgiyle başlıyor. Sevgi, her zaman aşkın bir bölümünü oluşturuyor. İki insanın birbirini görmesi / keşfetmesi, artık, sevgilinin yakınında olmaya yetmiyor. Gelişen süreç, sevgilinin yakınında değil, ”yanında” , ”içinde” olmayı doğuruyor. ”Seni seviyorum!”; böylesi bir sürecin hem sihirli, hem de sembolik kelimeleri oluyor.

Rus şairi Turgenyev; ”ilk aşk, tıpkı ihtilâl gibidir!” sözleri, aşka bakışın en güzel sözlerini oluşturuyor.

Bir insanın bir başka insanı sevmesi ve bunun karşılıklı olması, çoğu zaman, sevgiyi de kutsallaştırıyor. En azından, karşılıklı sevenler, bunu böyle hissediyor. ”Bu sevgimiz, hiç sönmesin!” ya da ”Bizi ancak ölüm ayırır!” gibi sözler, böylesi bir sevgi sürecinin sonucu oluyor. Bu kuvvetli tutku ve birlikteliklere, aşkın sahnesi demek te mümkün. Bu sahnede yer alan oyuncuların duygusal kaliteleri çok açıktır: Sevgi, tutku, erotik çekim ve karşılıklı güven…

Aşk, sevgiyle başlıyor. Sevgi, karşılıklıdır. Karşılıksız sevgi, sevgi olmuyor; boştur.

Sevgiyle başlayan aşk, karşılıklı seven iki insanın birbirini fethetmesiyle sonuçlanıyor.

Aşk da bu oluyor; aşk, iki insanın birbirini fethetmesi oluyor...

Böylesi bir ortamı yaratmak ve güzel aşklar yaşamak için, tekellerin reddi bir düzen gerektiriyor.

Tekelci aşamada sevgi , tekellere karşı mücadele demektir.

Tekelci aşamada aşk, tekellere karşı mücadele demektir.

Tekelci aşamada aşk, bizleri tarihten silmek isteyenlere karşı mücadele demektir!..

12 Nisan 2009 Pazar

Hikaye…Anlatı…




Faiz Cebiroğlu

Yazılarımda sürekli narrativ, anlatı, yaşam hikayelerinden söz ediyorum. Bu konu üzerinde duruyorum. Okulda öğrencilere yaşam hikayelerinin anlam ve önemini vurguluyorum. Önemlidir; hayatımızın canlı sürecini tasvir eden; dünümüzü bugüne, bugünümüzü yarına bağlayacak olan böylesi sözlü / yazılı tasvirsel anlatımlar önemlidir. Bu, yaşam sürecimizin kimliğidir.

İnsanların sürüleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Böylesi bir dönemde yaşam tarihimize sahip çıkmak ve çocuklarımızı bununla beslemek önemlidir. Böylesi bir dönemde, hikaye, anlatı…aynı anlama gelmek üzere, yaşam tarihimize ve genelde ”tarih çarpıtıcılarına” karşı da durmanın bir aracı oluyor. Bu, sık sık karşılaştığımız ”tarih çarpıtıcılarına” karşı ahlaklı olmanın ve dik durmanın da göstergesi ve belgesi oluyor.

Kendimizi ve çevremizi anlamak için bu önemlidir. Dünyamızı ve ”kim olduğumuzu” bilmek için bu zorunludur. Kendimizi ifade etmek, açıklamak; içinde bulunduğumuz bu yaşam evresine ”nasıl” geldiğimizi bilmek için, yaşamsal deneyimlerin yazılı ya da sözlü anlatımlarından yararlanıyoruz. İnsanlar geçmişlerini, tarihlerini kavraması; kuşaktan kuşağa ”nasıl bir yaşam mücadelesi” verdiklerini öğrenmesi gerekiyor. İşte, hikaye, anlatılar bunun aracı oluyor. Bu araçta dünün yaşamsal deneyimleri vardır. Bu araçta insanın tarihsel olarak yapılanması, biçimlenmesi vardır. Bu araçta insanın ”insan” olması vardır.

Ben kimim? Nereden gelmişim ve nereye gidiyorum. Yaşam hikayeleri bu sorulara da yanıttır. Bunları bilmek ve anlamak, kendini, tarihini ve kimliğini bilmek, tanımak ve anlamak demek oluyor.

Bunları söylemek, yazmak ve başkalarına iletmekle yükümlüyüz. Bunları bugünün çocuklarına ama geleceğin büyükleri olacak çocuklarımıza anlatmakla yükümlüyüz! Anlatıyoruz. Anlatacağız. Yaşamsal sürecimize, kimliğimize sahip çıkmanın ”yol” ve ”metodlarını” ifade ediyoruz; başkalarıyla birlikte paylaşıyoruz. Önemlidir, şu açıdan: bugünü bilmek için dünü bilmek gerekiyor; geleceği kurmak için bugünü anlamak gerekiyor. Bu, bileşkedir!

Bileşkedir… Hikaye, anlatı… bileşkedir. Dünün bugüne, bugünün de yarına bağlanmasının bileşkesidir. Burada formül açıktır: Anlatı, anlatının verdiği mesaj, mesajı alan bizler ve bunun yarattığı etki.

Hikaye, anlatı… yaşamsal sürecimizin tasviri oluyor. Tasvir, anlatılanın bütünsel halkasıdır: giriş, anlatım süreci ve sonuç: iç-içedir; bileşkedir.

Anlatılar, toplumsal yaşamın tüm yönlerinde vardır; siyaset, ekonomi, ideoloji, sanat, felsefe…tüm alanlarda tarihsel sürecimizi anlamaya ve kavramaya yardımcı oluyorlar; bunun ipuçlarını veriyorlar.

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Yaşadığımız dünyanın evrim tarihi nasıl oldu? Tüm bu soruların yanıtını hikayelerde, anlatılarda bulmak mümkündür.

Hikaye…anlatı, kendimizi ve yaşadığımız dünyayı daha iyi, daha güzel ve daha temiz anlamak içindir. Bu, ilerde, bireysel ve toplumsal gelişmenin daha da boyatacağı güzel bir dünya kurulmasının tohumu demek oluyor.

Hikaye ve anlatı, aynı zamanda resimdir. Dünyanın ve içinde yaşayan insanların resmi. Bu resimde, kimlik, tutum, değerlerimiz ve duygularımız vardır. Bu resim, doğru ile yanlışı görmenin ve güzel bir gelecek kurmanın da aynasıdır.

Hikaye ve anlatılarda değerlerimiz vardır; insanların dünden bugüne ama büyük mücadeleler sonucunda elde etmiş olduğu değerler: demokrasi, sosyalizm, eşitlik, özgürlük, ortaklık, birliktelik, açıklık, doğruluk, bilim, merak, özdeğer, özgüven, empati, inanç, hoşgörü, aşk, estetik, sorumluluk, dayanışma, direniş, öfke, umut gibi değerler…

Bu süreçte insan, kimlik ve anlatım olarak sorgulanıyor; değerler ”eyleme” geçiyor. Tarihsel olarak yaratılan değerlere yeni değerler ekleniyor.

Biz kimiz? Hikaye ve anlatımlarda yanıt buluyor ve insan kimliği bu süreçte sorgulanıyor. Bu şu demektir: Anlatı ve hikayeler, kimlik oluyor; insan kimliği. Kimlik, kendini ve tarihini anlamak demektir… Bu süreçtir ; gelişim süreci. Bu sürecin noktaları vardır. Şudur:

Bir: Yaşam hikayeleri ve kimlik iç-içedir.

İki: Kimlik, kendini , tarihini anlamak ve sorgulamak demektir.

Üç: Yaşam hikayeleri, anlatımlar köprüdür; dünden bugüne, bugünden de yarınlara doğru uzanan ve uzanacak olan bir koprüdür. Önemlidir.

Hikaye ve anlatımlar önemlidir; anlam yaratıyorlar; yaşamsal sürecimizin anlam ve öneminin aracı oluyorlar. Anlatım, duygularımızın kimliğini yaratıyor, geliştiriyor. Kimlik, sosyal, kültürel birliktelikte ”dün, bugün ve yarın” bileşkesinde anlam ve önem kazanıyor. Kimlik, böylesi bir süreçte ”kimlik” oluyor, gelişiyor. İnsan böylesi bir süreçte insan oluyor, gelişiyor.

Narrativ, anlatı, hikayeler aynı zamanda kendimizi bilmenin, tanımanın ve anlamanın da aracıdır. Bu araç, çevremizi ve dünyamızı ”şekillendirme” ve ” değiştirmenin” aracı ve kavgası oluyor.

Böylesi bir kavganın içerisindeyiz. Bunu yapıyoruz. Sözlü / yazılı, vûcutsal… her dil çeşidinden yararlanıp, yaşamsal hikayelerimizin hem toplumsal, hem de bireysel olarak taşıdıkları temel anlam ve önemi ifade ediyoruz. Bu anlamlı ve önemli bir kavgadır. Bu tarihine ve kimliğine sahip çıkmanın kavgasıdır!

Yaşam mücadeledir. Mücadele durmaz. Toplum durmaz. Hikayeler durmaz.

Hikaye ve anlatılar durmaz. Durmuyor. Kavganın önemli bir çeşidi olan yaşam hikayelerimize sahip çıkıyor; tarih çarpıtıcılarına karşı, hikaye ve anlatımlarımızla biz de varız diyoruz. Herşey güzel bir dünya içindir. Herşey insan içindir!..

2 Nisan 2009 Perşembe

KİTAP VE KİTAP OKUMA ÜZERİNE BİR BAKIŞ




Faiz Cebiroğlu

İnsanoğlu, yazı dilinden önce, uzun yıllar sözü kullandı. Daha sonra, ses, sesler, belirli bir kalıba sokuldu. Sistemleşti. Yazı dili ortaya çıktı. Düşüncelerimiz, sorunlarımız, isteklerimiz, duygularımız; kısacası, sevdamız ve kavgamız, kâğıda, kâğıtlara döküldü: Kitaplaştı.

Çeşit çeşit kitaplar yazıldı. Doğa/doğaüstü ve toplumsal yaşamın her yönüne hitap eden kitaplar ortaya çıktı. İnsan toplumunun evrim tarihine denk düşen kitaplar üretildi. Yazı, beyinle bütünleşti. Kâgıtlara işlendi. Kitaplaştı.

Peki, bu kitapları nasıl okumalız? Yazılanları daha iyi anlamak için dikkat etmemiz gereken, belirli ölçütler var mı?

Kitapları tahlil ederek mi, okumalıyız?

Başkalarını bilmem, ama kitapları bir tahlilci gözüyle okumanın, yazılanları anlamak açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, bir.

2. Tahlil, okuma yeteneğimizi son derece geliştirir.

3. Tahlil, aklımızı çalıştırır.

4. Tahlil, kitaba verilen okuma değerini artırır.

5. Tahlil ederek okumak, bizleri düşünce tembeli olmaktan da çıkarır.

Bu temel noktalar ışığında, benim, kitap okurken kullandığım, fokus noktalar var:

1- NASIL BIR YAZAR SORUSU?
- Kitabın yazarıyla ilgili bir önbilgi!

2- NASIL BİR METİN?
- Tanıtım, sunuş, giriş, içkompozisyon!

3- KİTAPTA NE ANLATILIYOR?
- Kişiler, konu, anlatım ilişkisi!

4- NASIL ANLATILIYOR?
- Yazarın anlatım tekniği ve kullandığı dilin etkisi.

5- KİŞİSEL DEĞERLENDİRMEM.
- Kitapla ilgili kişisel yorumum ve kitabın bana verdiği, yaşattığı heyecan!

6- PERSPEKTIF.
- Metinle ilgili görüş açım: metinle – gerçek arasındaki bağıntı
- Metinle – metin arasındaki ilişki.
Bu okuma cetvelimden, örnek olarak, ücüncü noktadaki, “Kitapta ne anlatılıyor?” sorusu altındaki “kişiler” üzerinde ne düşündüğümü kısaca belirteyim

Yani kişiler, kitapta nasıl tasvir ediliyor?

1) Fiziksel durumları: cinsiyet (kadın, erkek), yaş grupları v.s.

2) Ruhsal durum: kişinin kendine “özgüveni” ve “özdeğeri”; duygusal durum; kişisel karekter: sabırlı / sabırsız; aktif / pasif…

3) Sosyal durum: İlişki ağı; aile, arkadaş, tanıdık, yaptığı iş, diğer ilgi alanları v.s.

4) Kültürel durum: Kişinin sahip olduğu kültürel miras; gelenek ve görenekler (aile, yetiştiği ortam, çevre). Yaşama verdiği değer; moral, alışkanlıklar…

İşte, benim kitap ve kitap okurken, üzerinde durduğum fokus noktaları, kısaca bunlardır.

Bunlardır, zira; kitap okumak, anlamak içindir.

Anlamak, düşünmek içindir.

Düşünmek, değiştirmek ve ileri gitmek içindir.

2 Mart 2009 Pazartesi

BİREYSEL GELİŞİM ÜZERİNE DERSLER (I-II-III)*




Faiz CEBİROĞLU

Ders: I

”İnsan, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek, sosyalleşiyor ve sosyal yönlerini geliştiriyor. Her gelişim karşılıklıdır, diyoruz. Her gelişim birlikteliktir, diyoruz...”


Değerli arkadaşlarım, böylesi konferans toplantılarında bizlere ayrılan ”kısıtlı” zaman süresinde düşüncelerimizi sürmek, o kadar kolay olmasa gerek. Hele hele, derslerimiz pedagoji olursa bu daha da zor oluyor. Daha önceleri de söylemiştim: pedagoji aynı zamanda psikolojidir. Pedagoji uzerinde durup, psikoloji üzerinde durmamak olmuyor. Bu açıdan, buraya katılan öğrencilere sesleniyorum: Bu salonda anlatacaklarım hem pedagoji, hem de psikolojidir. Ama bunlar tez ve önermelerden oluşuyor. Birinci ders, önerme dersi olsun. İkinci dersimiz de önermelerimizin detayları olsun, diyorum.

Arkadaşlarım; çocuğun bireysel gelişiminden bahsediyoruz. Önemlidir. Bireysel gelişim nedir? Tanımlamak gerekiyor. Her zaman yaptığım gibi, kavramları tanımlayarak derslerimize başlıyorum:

Bireysel gelişim, topyekûn gelişimin toplamıdır. Topyekûn gelişim, başlı başına bir ”yapılanmadır”. Yapılanma, ”bütünlüklü insan” olmanın eğitim ve öğrenimi oluyor. Budur.

Bütünlüklü ya da tam insan, duygularını geliştiren, kimlik elde eden, ”ben kimim?”, ”ben neyim?” sorularına yanıt veren insandır. Bu sorulara yanıt veren insan, özdeğer ve özgüvenle dolu olan bir insan oluyor. Budur.

Değerli öğrenci arkadaşlarım;

Çocuğun böylesi bir merhaleye gelmesi için, çocuk, gelişim evriminde belirli olanak ve imkanlara sahip olması gerekiyor. Hızlı olarak iki noktadan bahsedeyim:

Birincisi, toplumsal yaşamın karmaşık ve çok yönlü alanlarında ”eylemsel” olarak yer almak; böylesi bir pratikte, önemli sosyal ve kültürel deneyimler elde etmek.

İkincisi, sosyal ve kültürel birliktelikler, bizleri, ”değerli bir insan” olduğumuzu gösteriyor, öğretiyor; bizleri, sosyal ve kültürel alanlarda katkı yapmaya teşvik ediyor.

Bu söylediklerimin öncesi vardır. Şimdi söylüyorum: İnsan, önce, kendini, kendi hikayesini bilmesi ve tanıması gerekiyor. Bu şu açıdan önemlidir: Kendi yaşam hikayesini tanıyan ve bilen insan, kendini anlayan ve kimliğini geliştiren insan oluyor.

Öğrenci arkadaşlarım;

Bütünlüklü gelişen bireysel ve özgür insan, aynı zamanda ”en gelişmiş sosyal insan” oluyor. Bunun altını çizerek söylüyorum. Ama unutulmaması gereken önemli bir nokta var: İnsan, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek, sosyalleşiyor ve sosyal yönlerini geliştiriyor. Her gelişim karşılıklıdır, diyoruz. Her gelişim birlikteliktir, diyoruz. Bu konuyla ilgili olarak, sizlere, Vygotsky’i (**) okumanızı tavsiye ediyorum.

Evet; sosyal alanlarda aktif olarak yer alan insan, birlikteliği hisseden insan oluyor.

Sosyal alanlarda aktif olarak yer alan insan, kültürel yaratıcılıkta hem kendini, hem de başkalarını geliştiren insan oluyor.

Birinci dersin notları, şimdilik bu kadardır.

Bitiriyorum. Birlikteyiz. Birlikte olduğumuz için ”bütünlüklü bireysel yönümüzü” geliştiriyoruz.

Gelişiyoruz. Birlikte gelişiyoruz.

İkinci derste bu tezlerimi açacağım…

-------------------------------------

BİREYSEL GELİŞİM ÜZERİNE DERSLER (II)

Ders: II

Her gelişim, karşılıklıdır. Her gelişim ve değişim, inter-aksiyondur.

Tek başına gelişme olmaz. Tek başına değişme olmaz. Tek başına hiç bir şey olmaz. Aslında tek başına diye bir şey de olmaz!

Bu söylediklerimin önermesi şu oluyor:

Eğitim, karşılıklı ve sosyal bir süreçtir.

Görüyorsunuz, salondayız. Yüz yüzeyiz. Birlikteyiz. Birlikte öğreniyoruz. Birlikte bilgileniyoruz.

Bu şunu gösteriyor: En küçük bir eğitim dahi, en azından iki kişiden oluşuyor. Nasıl mı?

Bakın, okuduğumuz kitaplar, birileri tarafından yazılıyor. Gazeteler, makaleler… Çoğu zaman, bunları yazanlarla yüz yüze değiliz, ama gene onlarla, fikirleriyle birlikteyiz. İster yüz yüze olsun, isterse yazdıkları yazılar yoluyla olsun, gene onlarla ve onların haberi olmadan fikirleri ile birlikteyiz. Birlikteyiz. Bu, bir.

İkincisi, burada, Danimarka’da eğitim, sosyal bir sürecin eğitimi oluyor. İşte, bir aradayız ve zaten birlikteyiz. Biliyorsunuz; tartışmalarımız, grupsaldır. Değişik konulara yönelik olan projeler, grupsaldır. İmtihanlara girmek, grupsaldır… Bu şu demek oluyor: Bizler başkalarıyla birlikte yer alarak, yani ”kollektif” bir şekilde gelişiyoruz. Bu çok önemlidir. Bu sosyal değeri yaratan, yaşatan ve günümüze kadar sürdüren, hangi toplum modeli olursa olsun, bu çok önemli ve savunulması gerekiyor. Zaten savunuyoruz. Zaten, özelde buradaki eğitimi, genelde bu eğitime cevap veren böylesi bir ”ortakçı toplum” için, mücadele ediyor ve bunun ”kalıcılığını” savunuyoruz. Zaten kavgamız da bunun içindir. Bütün kavgamız, beraberce gelişmek ve böylece bireysel olarak ”özgür” olmak içindir!

Öğrenci arkadaşlarım;

Unutmamak gerekiyor; bireyi tüm yönleri ile geliştirmek için verilen kavga, aynı zamanda uluslararası bir kavgadır. Parentez açıyorum; ben bu kavga yüzünden sürüklendim; önce Ortadoğu’ya, daha sonraları buraya, Danimarka’ya, ulaştım. Ama ne ilginç, kavgamız burada da devam ediyor. Gerçekten ne ilginç, ”ortakçı toplum” için, mücadelemiz, hâlâ devam ediyor.

Bireyi geliştiren ”ortakçı bir toplum” için verilen kavgada ”coğrafya” önemli değil. Önemli olan, Ezen ve ezilen dünyada, bizi ezenlere, bizleri ”sürüleştirmek” isteyenlere karşı birleşmek ve ortaklaşa mücadele etmektir. Bir parantez daha açıyorum: Ben, biliyorsunuz, birey gelişimin durdurulduğu bir ülkeden, buraya geldim. Burada bunları sizlere söylemek, hem çok ilginç, hem de kavgamızın uluslararası yönünü gösteriyor. Bu şu demektir: Bireysel gelişim ve kurtuluş kavgamız, genelde uluslararası bir kavgadır. Bunu somut bir şekilde göstermek ve bütünleştirmek gerekiyor. Bu kavgayı, sürekli güncele ve uluslararası alana taşımak gerekiyor…

Konferans salonundan birisi bana, ”daha fazla bilgi” ile ”daha iyi bilgi” arasındaki farkı sormuştu. Soru çok ilginç ve yararlıdır. Şimdi bu soru üzerine uzun uzun düşünme fırsatı bulmadan şunları söyleyebilirim:

”Daha fazla bilgi” verdiğimiz eğitimin temel prensipleri arasında görmemiz gerekiyor ve zorunludur. Ama ”daha iyi bilgi” daha fazla bilgiden biraz da ayrılıyor. ”Daha iyi bilgi” aldığımız çok yönlü bilgiden oluşan bir niteliktir. İleri, daha ileri için rol oynayan, bireyi değiştiren ve geliştiren bir niteliktir. Niteliksel sıçramanın ifadesidir. Budur.

Arkadaşlarım;

Eğitime bakın, grupsaldır. Grupsal çalışmalar, daha fazla bilgiye kaynaklık ediyor. Bu yolla yaratılan bilgi zenginliği, ”daha iyi bilgiyi” yaratmaya da vesile oluyor. Görülüyor, ”daha iyi bilgiye” gene kollektif bir çabanın yolundan geçiyor.

Öğrenci arkadaşlarım;

Sizlere bunları ifade ederken, kafamda iki tez oluştu. Bu tezleri açmadan sizlerle de paylaşıyorum:

Bir: Eğitmek, kendini de geliştirmek demektir.

İki: Öğrenmek, kendini de geliştirmek demektir.

Bu tezlerimi bir sonraki derste açacağım.

Ama şimdi geriye kalan zamanda sizlere önemli tespitlerde bulunacağım:

Eğitimin birinci amacı, insanı bütün yönleri ile geliştirmektir. Bütünlüklü gelişim;

Bir: Duyu organlarının geliştirmesi

İki:
Devinimsel gelişim

Üç: Duygusal gelişim

Dört:
Sosyal gelişim, ve

Beş: Bireysel gelişim, oluyor.

Bireysel açıdan kendini geliştiren insan; duygularını geliştiren, ”kimlik elde eden”, ”ben neyim?” sorusuna cevap veren insandır. Böylesi sorulara yanıt veren insan, ”özdeğer” ve ”özgüvenle” dolu insan, oluyor.

”Nasıl bir toplum?” ve ”nasıl bir eğitim?” insanı böylesi bir aşamaya getirir? Sorulması ve yanıtlanması gereken soru budur.

Değişik toplum ve eğitim modelleri vardır. Burada üç bakıştan sözetmek mümkün:

1) Otoriter toplumlardaki otoriter eğitim

2) Demokratik toplumlardaki demokratik eğitim

3) Liberal ya da ’bırakınız yapsınlar- bırakınız geçsinler’ modele uygun olan eğitim.

Bireysel gelişime en iyi yanıt veren model, hiçkuşkusuz, demokratik toplumlardaki ”demokratik eğitimdir”. Böylesi toplumlarda birey, karşılıklı olarak yetişir. ”Aile – çocuk” , ”öğretmen – öğrenci” ilişkisi, karşılıklıdır. Her iki kesimde ”bireysel gelişime” katkıda bulunmak için vardırlar.
Böylesi bir toplumda insan, dışsal değil, içsel bir iradeyle gelişiyor.

Arkadaşlarım; bir de, bu modele karşıt olan, otoriter toplumlardaki eğitimin yarattığı insana bakalım:

Bu modele göre, birey, yeteneksiz, pasif ve a-sosyal olarak görülür. Böylesi toplumda insan, önce ailesinin ve daha sonra öğretmen ve diğer yetişkinlerin kotrolu ve disiplini altındadır. Burada bireyin gelişiminden ziyade, bireyin, “söz dinleyen”, “herşeye evet” diyen ve “ uslu” olan bireyden bahsetmek mümkün...

Evet, bireysel gelişim; demokratik toplumlarda, demokratik eğitimle şekillenen, diyalogla oluşan bir süreç oluyor.

Bir sonraki derste buluşmak üzere…
----------------------------

BİREYSEL GELİŞİM ÜZERİNE DERSLER (III)

Ders: III

Derslerimizin sonuna geldik. Hızlı bir şekilde iki tezimi arka arkaya söylüyorum:

Bir: Eğitmek, kendini geliştirmek demektir.

İki: Öğrenmek, kendini geliştirmek demektir.

Bu tezleri açmadan önce bazı noktalara dikkat çekmek, zorunludur. Şudur: Demokratik, katılımcı eğitimin olmadığı ülkelerde, öğretmen – öğrenci ilişkisi tek yönlüdür. Böylesi ülkelerde eğitim, sözümona, ”çok bilgili öğretmenler” tarafından, ”bilgili olmayan” öğrencilere verilen bir branş olarak kabûl edilir. Zira burada, ”çok bilgili olan” herzaman öğretmenlerdir. Dikkat edilirse, benzer durum evde de sözkonusu. Yani evde de ”çok bilgili olan” yine çocuğun annesi ve babası oluyor.

Böylesi bir bakış, demokratik olmayan toplumlardaki, otoriter pedagojinin bakışı oluyor. Bu bakışa göre, insan, yeteneksiz, cahil ve a-sosyaldır. Burada insan, deyim yerinde ise, ”tabula – rasa”dır. Yani, daha üzerine tebeşirle yazı yazılmayan boş bir ”kara tahta” gibidir. Bu kara tahta, okulda, öğretmen tarafından ”doldurulacaktır.” Evde de, anne ve baba tarafından doldurulacaktır…

Biliyorsunuz, böylesi bir eğitim anlayışı ile, gelişme olmaz. Böylesi bir bakışla, ne öğrenci, ne de öğretmen gelişir. Bunları bilmek gerekiyor. Biliyorsunuz.

Evet, ”eğitmek, kendini geliştirmek” tezi, sizlerde bildiyiniz gibi, katılımcı bir eğitimin tezi oluyor. Yine sizlerde bildiyiniz gibi, bu; karşılıklı bir ”öğretmen – öğrenci”; karşılıklı bir ”aile – çocuk” ilişkisini ön plana alır.

Böylesi bir ilişki sürecinde, öğretmen deneyimler elde ederek hem kendini, hem de öğrencileri daha iyi tanıyarak, gelişiyor. Bu durum evde de, aile – çocuk ilişkisi için de geçerlidir.

Burada, dinamiksel bir eğitim kültüründen söz ediyoruz. Bilgi, daha fazla bilgi üzerine dayalı bir eğitimden konuşuyoruz. Öğretmenler ancak böylesi bir kültür ile kendilerini geliştirebilirler. Gelişimin eğitimi budur. Bunun için, öğrenmek ve eğitmek, kendini de geliştirmektir, diyoruz.

Arkadaşlarım; ikinci tezin açılımı, birinci teze bağlıdır. Birbirlerini tamamlıyorlar. İnsanlar öğrenerek kendilerini de geliştiriyorlar.

Unutmamak gerekiyor; pedagojimiz, otoriter pedagojinin tersidir. Bizler, pedagojiyi, bir gelişim süreci olarak kabûl ediyoruz. Budur. Bu kabûlün anafikri: öğrenmek oluyor. Bu tutkunun sonucu, kendini sürekli geliştirmek ve yenilemek oluyor.

Bilinenleri tekrarlamak zorundayım. Hiç bir şey, yoktan var olmaz.

Hiç bir şey kendi kendine, kendi doğasında ”yeterince” gelişemez.

Oysaki, amacımız ve her insanın amacı olmalı, gelişmek için, öğrenmek, daha fazla öğrenmektir.
Amacımız, bilgi ve yeteneğimizi, sürekli değişen ve gelişen toplumun dinamizmine göre, ”ileri, daha fazla ileriye” götürmektir. Elbette, bunun imkanlarını yaratmak gerekiyor. Bunun kavgasını vermek gerekiyor…

Tekrarlıyorum, katılımcı toplumlarda öğrenmenin, gelişmenin ve geleceğe daha iyi hazırlanmanın ”sırrı”, pedagojinin tanımında yatıyor.

Pedagoji nedir? Nasıl bir pedagoji? Sorulması ve yanıtlanması gereken soru budur.

Bunun yanıtını, önceki derslerimizde de verdik. Birlikte verdik. Pedagojinin, bir sosyal süreç olduğunu ve inter – aksiyona dayandığını birlikte tartıştık.

Böylece, bu dersin sonuna geldik. Ama derslerimiz bitmedi. Bitmez.

Öğreniyoruz. Birlikte derslerimizi alarak öğreniyoruz.

Gelişiyoruz. Birlikte gelişiyoruz.

Sözlerimi, Rus psikolog, Vygotsky’le bitiriyorum:

”Her gelişim karşılıklıdır. İnsan başkalarıyla birlikte yer alarak sosyalleşiyor ve böylece de bireysel yönünü geliştiriyor.”

------------------------------------

(*) Danimarka’daki öğrencilere verilen derslerden

(**) Vygotsky: 1896-1934 yıllarında yaşayan Ruspsikolog.

1 Mart 2009 Pazar

ESTETİK GELİŞİM



Faiz Cebiroğlu

Pedagojinin biricik hedefi, insanı bütün yönleri ile geliştirmektir. Bütünlüklü gelişim, çok yönlü bir gelişimdir. Bireyin, entellektüel, duyusal, sosyal, fiziksel ve estetik gelişimi oluyor. Bu yazı, ”estetik gelişim” üzerinedir. Ama önce bir soru: Estetik nedir?

Tarifim kısadır. Şudur: Estetik, sözcük olarak, Grekçe’den, “aisthetikos” ya da ”aisthesis” ten gelmektedir. İnsanın, his, duygu ve duyu organları ile, ”gerçeklikteki” güzelliği algılamak, kavramak ve değerlendirmek oluyor. Estetik, duyusal yollardan elde edilen bilgi toplamıdır. Estetik, duyusal yetkinliktir.

Pedagojide, insanının ”topyekûn gelişiminde” , estetik, öğrenim ve gelişim sürecinde, ”olmazsa – olmaz” branşlardan birisi oluyor. Önemlidir. Zira insan, duygularını estetik aktiviteler sayesinde, ifade ediyor; ve bu faaliyetlerle hem kendini, hem de başkalarını anlamaya çalışıyor. Bu yüzden, estetik, harmonik / uyumlu bir kişiliğin oluşmasında en önemli araçlardan birisidir, diyoruz. Önemlidir, çünkü insan, bu araçla, içinde bulunduğu ortamı, yaşadığı ülkenin kültürünü, çevresini, kısacası, dünyasını anlamaya çalışıyor, kavrıyor. Bu anlamda estetik, eğitim, öğrenim ve kültürel alanlarda çok önemli bir değerdir.

Estetik faaliyetleri belli başlı gruplara ayırmak mümkün:

1- Vücutsal faaliyetler: Hareket, spor, oyun, kurallı oyunlar

2-
Doğa: Doğayı kullanma. Doğada, açık havada yapılan oyun ve aktiviteler.

3- Müzik, şarkı, drama ve anlatım: Bununla ilgili yapılan faaliyetler

4- Yaratıcı aktiviteler: Resim, boya, renklerin anlamı, keramik, dikiş...

Evet, insan yaratıcılığını, estetik faaliyet alanlarında gösteriyor ve geliştiriyor. Güzellik duygusu ve bunun gelişimi, işte böylesi alanlarda ortaya çıkıyor. Birinci noktadır.

İkincisi, estetiğin değişik alanları vardır. Hepsi gereklidir. Ama bu araçlardan en önemlisi, edebiyat ve sanattır. Sanat, duyusal ve duygusal bilginin bilimidir. Bu anlamda sanat, kişide gelişmiş estetik duygular yaratır / yaratıyor. Bu anlamda sanat, güzelliği tam anlama, kavrama ve sözkonusu güzellikten bir nevi ”tad almanın” tarifi oluyor.

Üçüncü ve son nokta şu: Çocuğun estetik gelişimi, çocuktan çocuğa farklılık gösterir. Bu da doğaldır. Zira her çocuğun kendine özgü bir temposu, öğrenme tarzı ve yeteneği vardır. Budur. Fakat bu, böyle olmasına karşılık, çocuğun estetik öğrenim ve gelişiminde belirleyici olan faktör, ”öz-güven” dir. Biz eğitimciler, çocuğa / çocuklara bu öz-güveni vermek için uğraşıyor; onların sahip oldukları yeteneklerine değer verme, yeteneklerini kabûl etme; ve onların yeteneklerine ”pozitif” yaklaşarak, sözkonusu, ”öz-güveni” ve ”öğrenme” isteğini aşılamaya çalışıyoruz. Burada ilişki karşılıklıdır. Her öğrenim, bir inter-aksiyondur!

Bu karşılıklı gelişim sürecinde, erişilmesi gereken hedefler vardır. Bu hedefler arasında, çocuğun, duyularını kullanması; duyularını, müzikle, resimle ya da diğer vücutsal faaliyetlerle ifade edebilmesi; renk ve boyayı tanıması ve bunların kullanılış tarzlarına ilişkin bilgi sahibi olması gibi.
Bu karşılıklı estetik gelişim sürecinde, biz, eğitimciler, çocuklara, işte böylesi alanlarda ”destek” olmaya çalışıyoruz. Bunlara ek olarak şunları da eklemek mümkün:

Bir: Ele alınan sanatın yapım işi. Teknik. Eserle ilgili fantazi. Hayal edilen resim; ön-taslak.

İki: Yaratılan eserin duyusal durumu.

Üç: Yaratılan eseri sergileme ve geniş kitlelere ulaştırma…

Bu ve benzeri bir süreçte; çocuğa gelen, gelecek olan eleştiriler konusunda yardımcı olma; var olan güzelin daha da güzelini yaratma yolunda dersler elde etme ve yol gösterme.

Estetik gelişim, adı üzerinde, gelişimdir. Süreçtir. Doğrudur. Ama en başta, böylesi alanlarda yetkinleşmek için, belirli bir ”zamana, mekana ve imkana” sahip olmayı gerektiriyor. Türkiye’de böylesi alanlar, ne yazık ki, hâlâ, kısıtlıdır. Nedenleri çoktur ve değişiktir. Burada, bu yazımda, bunun üzerine durmak istemiyorum. Fakat şu tartışılmaz bir gerçek ki, ” yer, zaman, mekan ve imkan” , insanın yetkinleşmesinde ”fundament” yani ”temel” bir vasıf oluyor. Açıktır, böylesi bir ortama sahip olmayanlar, yetkinleşmek için, gerekli derinliye inmeleri beklenemez. Böylesi bir imkansızlıkta , „optimal bir estetik gelişimden” bahsetmek, biraz zordur.

Kısaca, estetik öğrenim ve gelişim süreci önemli bir araçtır. Şudur:

- Estetik faaliyetlerle, „sessiz“ bilgiyi ifade etme ve bu yolla „refleks“ ve „iletişim“ kanallarını açma.

- Kültürel kimlik elde etme

- Duygusal yeteneği geliştirme

- Empatiyi geliştirme

- Fantazi ve yaratıcılığı geliştirme.

Bitiriyorum, ama bitirmeden önce, bir önemli noktaya daha işaret etmem gerekiyor: Estetik, yalnızca göze görünen bir güzellik değildir. Estetik, bütün duyu organlarımıza (görme, hissetme, işitme, tadma) tesir eden / tesir etmesi gereken; dışla için kenetlendiği, tekleştiği bir sanattır.

Estetik, dışsal güzelliğin, içsel güzellikle bütünleştiği; insan ve çevresi / dünyası arasında bir kalitedir.

Çocuklarımızı, estetik yönden geliştirelim.

Geleceğin kuruyucuları olacak çocuklarımızı, topyekûn geliştirelim.

Bu branşta şiarımız açıktır: Estetik eğitime evet; ama yalnızca, biçime önem veren, ”estetlik”e hayır!

25 Şubat 2009 Çarşamba

ANADİLİ ÜZERİNE




Faiz Cebiroğlu


Dil tartışmaları sürüyor. Dil tartışmaları, anadilin yasaklandığı ülkede, Türkiye’de sürüyor. Diller mozaiği Türkiye’de bu tartışmlar; beraberinde, insanlık tarihi için, utanç verici örnekler de bırakıyor: Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş’ın görevden alınması bunun bir örneğidir.

Sayın Abdullah Demirbaş ne yapmıştır?

Abdullah Demirbaş, Türkiye’deki “resmi dil” söylemleri dışında görüş beyan etmiştir: çok dillik ve anadilde eğitim hakkını, savunduğu için, “suç(!)” işlemiş ve görevinden alımıştır.

Sayın Demirbaş, her insanın hakkı olan anadilde eğitim hakkını savunduğu için, “suç” işlemiştir!

İşte böyle, ne yazık ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu konuda şaka dahi edilemez. Bunun suçu büyüktür: Vatan hainliği ve vatan bölücülüğüdür!

21. yüzyılda, Türkiye’de, böylesi ilkellikler devam ederken; dünyanın büyük bir coğrafyasını oluşturan halklar, iki, üç veya daha fazla dil konuşmakta; bu dillerle insanlığın geleceği için büyük zenginlikler yaratmaktadırlar. 7 bine kadar dilin konuşulduğu dünyamızda, insanlar dil öğrenmek ve dillerini yaşatmak için, büyük bir uğraş vermektedirler. Dil öğrenme yanında, tek tek ülkelerde kullanılan lehçeleri korumak için, büyük çabalar da gösterilmektedir.

Türkiye’deki “resmi dil, resmi ideoloji” söylemlerin aksine halklar, dünyayı, dille, kelimelerle fethedeceklerine inanmaktadırlar. Dil ve farklı dillerin varlığı, kendileri için büyük bir zenginlik olduğunu bilmektedirler.

Bir düşünün, Nijerya’da 400 dil, yeni Guinea’da ise 700 dil günlük yaşamda kullanılmaktadır. Keza, dünyanın bir çok ülkesinde, hem resmi dile, hem de anadile eşit oranda önem verilmekte; dünyanın bir çok ülkesinde, birden fazla resmi dil de kullanılmaktadır. Bunlar üzerinde, daha önceleri yazdım. Bunlar üzerine değişik gazete ve dergilerde görüşlerimi belirttim. Bunları ”tekrar” hatırlatmakta yarar görüyorum.

Hem dillerin, hem de beyinlerin ezilmek istendiği bir Türkiye’de, bu konular üzerinde sürekli durmak ve bunları bıkmadan ”tekrarlamak” en ahlaki ve dik bir duruştur.

Anadilde eğitim hakkını engellemenin bir insanlık ayıbı olduğunu ”tekrar” ve ”tekrar” söylemek, en insani bir duruştur. Bu bağlamda, daha önceleri yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım:

Bir: Belçika’da, Fransızca, Almanca ve Flamanca olmak üzere üç resmi dil kullanılmaktadır.

İki: İsviçre’nin üç resmi dili vardır: Almanca, Fransızca ve İtalyanca’dır.

Üç: Finlandiya’nın, iki resmi dili vardır: Fince ve İsveççe.

Dört: Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık ( İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda) ’da resmi dil diye bir şey yoktur. Herkes kendi dilini kullanıyor.

Beş: Danimarka’da yaşayan 50 bin kadar Alman azınlığı, Almanca eğitim almakta; keza Almanya’da yaşayan Danimarka azınlığı hem Danca hem de Almanca dili ile eğitim almaktadırlar.

Altı: Danimarka’ya bağlı Faroe adaları. Burada yaşayan 46 bin kişiye hem resmi Faroe dili ile hem de Danca dili ile eğitim verilmektedir.

Biliniyor, dil ve dillerin varlığı ülke için, insanlık için bir zenginliktir. Buradaki zenginlik, toplumsal yaşamın bir çok yönünü kapsar: siyaseti, kültürü, sanatı, ideoloji gibi yönleri içerir. Unutmamak gerekiyor; üst yapı gibi alanlarda yaratılan tüm bu değerler, hep dil çeşitliliği ve zenginliği ile oluştu / oluşuyor.

Bunun farkında olan dilbilimcileri, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için, yeterli olmasa dahi, bazı girişimlerde bulunmaktadırlar. Örnek olsun, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için çalışmalar yapılmaktadır. Böylesi girişimler, sevinçtir. Onur vericidir. Böylesi çalışmalar, insan diline ve kimliğine verilen büyük saygı ve değerin ifadeleridir.

Dünyanın bir çok ülkesinde, böylesi anlamlı ve önemli çalışmalar yapılırken; dünyanın bir çok yerinde, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için faaliyetler yürütülürken; ne acıdır ki, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, “çok dilli bir Belediye” anlayışına sahip olduğunu beyan ettiği için, hem görevden alınıyor, hem de “vatan hainliği” ve “vatan bölücülüğü” ile suçlanıyor!

Peki yaşadığımız bu 21.yüzyılda bundan daha büyük bir ilkellik olur mu?

Dünyanın değişik ülkelerinde, insanlar dillerle, kelimelerle dünyayı fethederken, çok dilli Anadolu’da bu hakkı istemek nasıl suç olabiliyor?

Burada asıl suç ve ayıp olan, insan dilinin, aynı anlama gelmek üzere insan kimliğinin kaybolmasına seyirci kalmaktır. Burada suçlu olan, insanları böylesi bir zulümle karşı karşıya bırakmaktır. Bu bağlamda soru şu:

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, anadilde konuşma, yazma ve kendini ifade etme özgürlükleri elinden alınmış insanlara neden sahip çıkmıyorlar?

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, ne yapıyorlar? Neyle uğraşıyorlar?

Anadilinden yoksunluk ve bu dille kendini ifade etmemenin insanlarda yarattığı olumsuz psikolojik özelliklerde var. Onun için aynı soruları, Türkiye’deki psikologlara da sormak gerekiyor. Onlarda biliyor veya bilmesi gerekiyor, insanlar, anadili aracılığı ile çevresini anlar ve duygularını ifade eder. İnsanlar, anadili ile düşünür, bu dille rüya görür. Bu dille kendini, kimliğini ifade eder. Bu dilden yoksun olan insan, ne yazık ki, kendini de öğrenemez. Zira, insanın kendini tanıması ve bilmesi anadili aracılığı ile oluyor. Çünkü dil, insanın kimliğidir.

Dil, insanın kimliğidir.

Kimlik, ben kimim? Ben neyim? Kime aitim? Sorularına verilen cevaptır. Dilin bir yanı kimlik, diğer yanı da kültür oluyor.

Kültür, norm ve gelenekler çocuğa anadili aracı ile verilir. Anadili ile çocuk, kendi kimliğini ve kültürünü geliştirir, anlar; bu dille çocuk, “güvenlikli” bir kimlik elde eder.

Ama ne acıdır ki, bu böyle olmasına rağmen, Türkiye’de, bu gerçekliğe gözlerini kapatan, bazı eğitimci, dilbilimcisi ve psikologlar da bulunmaktadır. Anadilin kaybulmasına ses çıkarmayan bu sözümona eğitimci ve psikologların, aslında büyük bir “insanlık suçu” ve “insanlık ayıbı” işlediklerini, onlara iletmek ve bildirmek gerekiyor. Onları “kınamak” ve sürekli “uyarmak” gerekiyor!

Yıllardır, “resmi dil – resmi ideolojiye” ses çıkarmamanın toplumda, insanlar arasında, Anadolu halkları arasında yarattığı, “ilkel ırkçılık” ve “inkârcılık” durumu vardır. Bunu da belirtmekte yarar var. Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Genelleme yapmıyorum. Ama Kürtlere, ”dağ Türkü” , Araplara da, hâlâ, ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşadık, yaşıyoruz. Bütün bunlara karşılık, ne etnik kökenimiz, ne de etnik anadilimiz kabûl gördü. Ama etnik köken üzerinde başka halkları aşağılamak, ve hor görmek hiç durmadı. Durmuyor. Bir yandan ”Herkes Türktür!” demek, diğer yandan, etnik kökenleri yüzünden halkları aşağılamak! Ne yazık ki, ”resmi dil – resmi ideolojinin” bir sonucu da bu olmuştur. İnsan soramadan edemiyor:

Türk + Kürd, nasıl Türk oluyor?

Türk + Arap, nasıl Türk oluyor?

Kürd + Arap, nasıl Arap oluyor?..

Bu sorular, dil için de geçerlidir. Bu bağlamda:

Türkçe + Kürtçe, nasıl Türkçe oluyor?

Türkçe + Arapça, nasıl Türkçe oluyor?..

Evet, bir yandan ”herkesi Türkleştirmek”, diğer yandan, insanları, halkları etnik kökeni vesilesiyle aşağılamak, hor görmek!

Örnekler çoktur. Kendimden bir örnek vereyim:

Anadilim arapçadır. Hatay, Antakya’lıyım. 6 yaşımda Türkçeyi öğrenmeye başladım. Doğal olarak, Türkçeyi ”Arapça aksanıyla” konuşuyorum. Hiç unutmam, yıllar önce, ilk kez, İstanbul’a Üniversite Giriş İmtihanlarına katılmak için gitmiştim. Bu iki günlük, ilk İstanbul gidişimde, ”Arapça aksanımdan” dolayı bana söylenenler karşısında ”şoke” olduğumu, hayrete düştüğümü, yıllar sonra, şimdi itiraf ediyorum. Bir düşünün, ”Arapça aksanımdan” dolayı, belki on kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı-karşıya kalmıştım. Sürekli soruyor ve tartışmalara giriyordum: ”Arap fellahı” olmak niye ayıp olsun, diye. Kimse yanıt vermiyordu. ”Fellah” sözcüğünün anlamını dahi bilmiyorlardı. Ama Arapça aksanımdan dolayı, beni aşağılamak ve hor görmek için, ”Arap fellahı” diye sözle taciz ediliyordum. Oysaki, ”fellah” sözcüğü arapçadır, ”toprağı süren, işleyen çiftçi” demek. Peki, Arap fellahı olmak, ”ayıp” oluyorda, Türk fellahı olmak, neden ”ayıp” olmasın?..

Örnekleri çoğaltmak istemiyorum. Buradaki amacım, insan yaşamından ”bazı paradokslara” dikkat çekmek içindir. Böylesi durumları yaratan, hiçkuşkusuz, ”resmi dil, resmi ideoloji” politikasıdır. Böylesi anlamsız ve gereksiz insan bakışını yaratan, hiç şüphesiz, renkli, çok dilli Anadaolu halklarını görmezden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu red ve inkâr, insanları tersyüz etmiş, bizlere görmemeyi ve düşünmemeyi öğretmiştir. Bu, budur...

Evet, sizlerde biliyorsunuz; böylesi konular üzerine sürekli duruyorum; dilin pedagojik, sosyolojik ve psikolojik yönlerine işaret ediyorum. Yazdıklarım kimilerine göre ”ağır” gelebilir; bunun da fakındayım. Ama bunu yapmamın haklı nedenleri vardır. Zira yıllardır, ”resmi dil, resmi ideoloji” bakış açısıyla alınan ”siyasi tedbirler” bizleri kaynaştırnaya değil, ayrıştırmaya yaramıştır… Bu yüzden, bu konular üzerinde duruyorum; bu yüzden, Türkiye’de ”dil, anadili ve birden fazla dilli” olmanın anlam ve önemi kavranmalı; bu alanda yaratılan ”insanlık ayıbını” hiç gecikmeden ortadan kaldırmalıyız, diyorum. Bu yüzden, Anadolu’da değişik etnik kökene sahip olan herkes, kendi anadilinde duygularını ifade etmeli, eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum!

Kardeşliğin ve birbirine güvenmenin ilk adımı buradan geçiyor.

Dilimize ve kimliğimize sahip çıkalım.

Anadilde eğitim ve öğretim hakkını, destekleyelim!